Uğrunda Her Şey Verilen, Melekleri Birbirine Düşüren Efendimiz

Uğrunda Her Şey Verilen, Melekleri Birbirine Düşüren Efendimiz

UĞRUNA HER ŞEY VERİLEN, MELEKLERİ BİRBİRİNE DÜŞÜREN EFENDİMİZ

      Sahabe-i Kiram Resulullah (s.av)’in her hâlini, davranışını, anlayışını bizlere hadis-i şerifler yoluyla anlatarak miras bıraktılar. Bu sözler Resulullah (s.av)’i daha iyi tanımaya yardımcı olur. Resulullah (s.av)’in şemailini de bize birçok sahabe haber vermiştir. Şemâil, Resulullah (s.av)’in vücut yapısını, güzel ahlakını, hâl ve hareket tarzını bir bütün haliyle anlatır. Divan edebiyatında,  “Hilye” kelimesi sonuna bir takım sıfatlar getirilerek mensur ve manzum olarak çok güzel eserler görülür. İnsanlar Resulullah (s.av)’ı sevmeye devam ettikleri müddetçe bu eserler şerh edilip, yazılmaya devam edecektir.
Hz. Ali (r.a)’dan dan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu. “Hilyemi gören kişi, benden sonra beni görmüş gibidir. Kim ona şevkle bakarsa (beni görmüş olacağı için) Allah o kişiye cehennemi haram kılar, kabir azabından emin olur. Mahşer ve karar verilecek gününde çıplak (sevapsız) haşr olunmaz.

         Allah daha iyisini bilendir, bu hadisin manası: “Benim hilyemi gören, benim güzelliğimi görmüş gibi olur. Hatta onu öğrenince sevinçten şevke gelse, güzelliğime âşık olsa, yüzümü görmeyi arzu etse de; Allah tarafından gönlüne bir neş’e dolsa, muhabbetten gözünden yaş gelse o kişiye cehennem haram olur ve çeşitli ikramlar ile cennete girer.

         Abbasi halifelerinden hikmetler padişahı Harun Reşit günlerden bir gün, siyahlar giyinmiş bir derviş kapısına varıp şöyle dedi: “Sana öyle bir hediye getirdim ki…

   

  Ona her bir bakış, bir saltanat tacı değerindedir. Senden evvelki hükümdarlar böyle bir kıymetli mücevheri görmüş değillerdir. Daha sonra söz ustası fakir, büyük tevazu ile sarığın köşesinden çıkarıp Harun Reşit’in eline bir kâğıt parçası sundu ki onun üzerinde Hazret-i Peygamber’in pak hilyesi yazılıydı.
Harun ona baktıkça şad olup kendinden geçti; bütün sıkıntı, endişe ve düşüncelerinden bir anda sıyrıldı. Âdeta dünyalar onun olmuştu ve sanki eşi benzeri bulunmaz bir makama erdi. O dervişe o kadar çok ihsanlarda bulundu ki, kendisinden önceki sultanların hiç biri bu kadar hediyeyi bir kula vermiş değillerdi.

Keseler dolusu mücevheri önüne saçıp, heybeler dolusu altın ve gümüş verdi… Ardından da o bilge padişah, sırtından mücevher işlemeli kaftanını çıkarıp o dervişe bağışladı. Aynı günün gecesinde bir rüya gördü. Resulullah (s.a.v )ta sera perdesine kadar tenezzül buyurup, binlerce lütuf göstererek dedi ki: ”Ey Harun! Mademki hilyemi görüp şad oldun ve mademki bana hürmet gösterip ululuğuma ululuk kattın rüyada yüzümü görmeye liyakat kazandın ve dahası, mademki o fakir senin ihsanların ile sevindi; şimdi ben de seni sevindireyim.

Yüce Rabbimiz bana ferman buyurup müjdeler verdi ve ihsanda bulunarak buyurdu ki, “Ey Habibim! Senin hilyeni gören şad olsun; onu üzerinde taşıyan can muskası edinmiş olsun .”

O kişinin bedenine cehennem ateşi haram olsun. O kişi hiçbir azap ve sıkıntı çekmesin; ne bu dünyada, ne öte dünyada dert yüzü görmesin. Cennette de benim cemalimi görme mutluluğuna erişsin ve nuruma mazhar olacak kıvama ersin.

Cevher ile araz birbirini tanıdı tanıyalı işin özeti kıssadan hissedir.

Resulullah (s.av)’i mehtaplı bir gecede Ay ışığında kırmızı bir elbise içinde görenler bir Ay’a bir O’na baktıklarında

—Vallahi Resulullah (s.av)’den daha güzel birini görmedim. O gözümde Ay’dan daha parlaktı.

     Yüzünün nuru halis beyaz, parlak idi. Yüzünün rengi gül pembesi ile tartılırdı. Yüzünde bir sevinç nuru bulunurdu. Ondan daha güzel bir şey görülmedi. Alnında sanki güneş seyrediyordu. Yaradılışın yüz nakışlayan kâtibi güzelliğin tamamını ona vermişti. Onu bir görseydin güneş doğuyor, derdin.
Yüzü değirmi idi. Sanatla yaradılmış olan o gözler, İlahi tecellileri görmek üzere yaradılmıştı. Gözleri geniş simsiyahtı. Naz gereği süzgün bakışındaki cazibe dünyanın en seçkin gamzesi demekti. Şöyle göz ucuyla bakıverecek olsa değil insanlar, meclisinde bulunan meleklerde kendilerinden geçerlerdi. Gözünün beyazı tam beyazdı, siyahı da tam siyahtı. O’na bakanlar “gözleri sürmelidir.” Derdi. Hâlbuki kirpiklerin sıklığından sürmeli gibi gözükürdü. Meğer o kirpikler, can ülkesi ile aşıkların gönüllerine nice temrenler, oklar atardı..İki kaşı arsında bir damar vardı ki kızdığı zaman görünürdü. Kaşları hilale ortak koşabilecek gösterişteydi. Ecel pergeli ona benzer bir çizgi çizecek olsa, ancak hilal eğrisi ona benzeyebilirdi. O yay gibi kaşlar avlanan gönül kuşlarını bağlamak üzere iki kanca idiler.  İnce ve zayıf burnu vardı. Onu saran bir nuru vardı. İki yanağı sanki Arş’tan kandil yerine sarkıtılmış iki dolunaya benzerdi.
          Âlemlerin övüncü Efendimiz güldüğü, yani mücevherlerin hokkası ağzı açıldığı vakit dişlerinin saçtığı nurlar, tıpkı yeni doğmuş güneş ve dolunay gibi çevresine baştanbaşa ışık verirdi. Ağzı mükemmeldi. Dişleri inci gibi beyaz parlakdı. Konuştuğu zaman, dişlerinin arası nur gibi parlardı. Gülüşü sadece tebessümdü. Öyle mahcuptu ki yüzüne melekler bile bakmaya kıyamazlardı. Bir gün olsun keklik gibi bir kahkaha atmadılar.

         Kaynaklarda açık yazılır ki Efendimiz’in saçı ne kıvırcık ne de uzun idi. O düzgün endamlı sevgilinin saçı, her vakit pak kulağına kadar bir amber yumağı gibi uzanır ve ikisi de aynı hizada görünürdü. O gizli güzellikleri olan saçların kâkülü bazen önüne düştüğünde melekleri birbirine düşürürdü. O saçları arasından kulağını dışarı çıkarıp (saçlarını kulağının arkasına toplayıp) halkın aklını başından giderirdi. Çünkü böyle zamanlarda mübarek kulağı ile Allah gökte Cebrâil’e ne emretmekte ise onu duyardı. Boynunun nuru her an o zülüflerinin karanlığı arasında ışık saçardı. Mübarek boynu sanki bir gümüşden bir sürahiyi andırıyordu.

       Resulullah (s.av) uzuna yakın orta boylu idi. İnsanlar bir araya toplandığı zaman onlardan uzun görünürdü. O sultanın sırtından itibaren omuz başları başkalarına oranla büyük idi. İki omuz arası etli idi. Nübüvvet mührünün damgası tam orada bulunuyordu. Onu tarif edenler buyurdular ki “O mühr-i şerif, büyükçe bir et beni gibiydi. Sarıya çalan rengi vardı ve ona dikkatle bakmak mümkün değildi. Nebilerin sonuncusu olduğu için elbette bir nübüvvet mührü ile gelecekti ve öyle oldu.

        Nebi’nin mübarek azalarının hepsi birden pek ve kuvvetli idi. yaradan Allah’ın beğenip kabul ettiği biçimde idi. Vücudu tek parça gibi uyumlu ve endamlıydı. O ne zayıf, ne de çok etli idi. Huyu güzel, güzel yaradılışı da güzel…

      O’nun ellerinden daha yumuşak ne bir yün ve nede bir ipek elbiseye el sürdüm. Ondan önce ve sonra onun gibisini görmedim. Bir gün benim yanağımı sıvazladı. Mübarek elinde öyle bir serinlik ve koku hissettim ki sanki onu bir attar’ın esans kabından çıkartmıştı.

    Sahabe-i kiram o uyuyup terlediğinde o teri şişelere, kendi kokularının içine koyarlardı. Resulullah (s.a.v) ne yapıyorsunuz? Dediğinde

—Terini, kokularımıza karıştırıyoruz. O kokuların en güzelidir!

     Resulullah (s.a.v) Medine yollarının birinden geçtiği zaman, ondan hemen esans kokusunu duyarlardı. Şöyle derlerdi. “Allah’ın Resulü bu yoldan geçmiştir.”O sevinç gülistanının gülü terlediği vakit, sanırdın ki bir nur okyanusu kabarıp taşmada.

     O nereye dönse, her şeyi onunla dönerdi. Pak bedeninin tamamını o yana döndürüp bütün uzuvlarıyla o tarafa yönelirdi. Resulullah (s.a.v)’in bütün halleri ve tavırlarında bir hikmet vardı. Nitekim başını sık sık sağa sola çevirerek gitmek, başkalarının kendisine karşı olan hürmet duygusunu eksiltir.
Yaradılmışlar arasında onun bir eşi benzerinin gelmediğini bütün yaradılmışlar bilir. Servi endamına yeşil elbiseler giydiği vakit, cennet hurileri gibi yakışırdı. Kendisi peygamberlerin yüz akı olduğundan mı nedir, çok zaman beyaz giyerdi. Himmeti deryalar kadar geniş olan o peygamber bir inci tanesiydi. Bu durumda renginin beyaza çalması pek tabiidir. O ay parçasının bazen safran renginde cübbeye büründüğü olurdu. Bazen de üstüne yün bir hırka alırdı. Eğer siyah hırka giyecek olsa bakanlar “Güneş buluta mı girmiş ne?!” derlerdi.

O şerefli kul özellikle mescide böyle kıymetli, temiz ve itinalı giyimiyle teşrif ederlerdi. “Ben de sizin gibi bir kulum “der, sonra ilave ederdi: “Kulların gidişatında giysi böyle olmalıdır!..”

     Hz. Hüseyin babama Allah Resulü’nün eve giriş şeklini sordum şu cevabı verdiler: “ Girişi kendine has olurdu. Çünkü bu hususta ona izin verilmişti. Eve geldiği zaman girişini üçe bölerdi:

     Bir parçasını Allah’a, bir parçasını ehline, bir parçasını da kendine ayırırdı. Sonra kalan kısmını da insanlar arasında bölerdi. Onlardan hiçbir şey gizleyip saklamazdı.

     Halk’a ayırdığı kısımdaki davranışı şu şekilde idi: Ehl-i edebi ve diğer halkı din hususundaki değerlerine göre değerlendirirdi. İçlerinden bir isteği olan, iki isteği olan veya daha çok sıkıntıları olan bulunurdu. Ona göre onlarla meşgul olurdu. Hem onlara hem de halka yarayacak işlerle uğraşırdı. Onların problemini çözümlerdi. Yanında bulunmayanlara mutlak duyurması için “Bulunan bulunmayana ulaştırsın. Bana hacetini bildirmeye gücü yetmeyen kimselerin hacetini de bildirin. Çünkü Sultan’a ihtiyacını söylemeyen kimsenin ihtiyacını kim iblağ edip söylerse Allah kıyamet gününde iki ayaklarını sabit kılıp kaydırmaz, derdi…

     Yanında ancak bunlar anlatılırdı. Bu gibi şeylerden başkasını kabul etmezdi. Yanına ziyaretçi olarak gelirlerdi, fakat ayrılırken tam manasıyla ilimle donatılmış olarak ayrılırlardı.

     Resulullah (s.a.v) çok konuşmazdı. Kendisini alakadar edecek şeyleri konuşurdu. Sahabesini barıştırır, nefret ettirip kaçırmazdı. Her kavmin büyüğüne ikram edip, onların başına tayin ederdi. İnsanlarla çok ihtilaf etmezdi. Lakin gerek sevincini ve gerekse üstün ahlakını onlardan saklamazdı. Cemaate gelmeyeni sorardı. İnsanlarda ne olup bittiğinden haber sorardı. Güzel olanı daha güzelleştirip takviye ederdi, çirkini kabahatli bulup sahip çıkmazdı. İşi daima mutedil idi. Aşırı değildi. Gaflet edip etrafımdan dağılırlar endişesiyle katiyen gafil davranmazdı. Her şeyi bütün açıklığı ile anlatırdı. Her durumun ona göre bir ölçüsü var idi. Hakk’ı söylemekten geri kalmaz, söylemeden geçivermezdi. Kendisini veli edip ardından gidenler, en seçkinleri, en faziletlileri, ona gören kapsamlı nasihatleri, en büyükleri Ona göre, en güzel destekçi ve candan olanları idi…

     Allah Resulü (s.a.v) ancak öğüt vermek için oturup kalkardı. Kendisine belirli bir yer ayırmazdı. Böyle bir şeyden başkalarını da alıkordu. Bir topluluğun yanına vardığında, meclisin bittiği yerinde otururdu. Ve bununla da emrederdi. Yanındakilerin her birine nasibini verirdi. Yanına oturanlardan hiç birine, kendisinden daha iyi davranıyor, intibaını vermezdi.

    Birisi bir iş için, yanına oturdu mu yahut durdu mu, ona karşı çok sabırlı olurdu. Yanındaki kendisinden ayrılmadıkça, kendisi bırakıp ayrılmazdı.
Kendisinden bir şey isteyene mutlaka verirdi, bulamazsa güzel söz söyleyerek, gönlünü alarak durumu izah ederdi.
       Gerek güzel huyu ve gerekse tebessümü ile herkesin gönlünü fetih etmiş, sanki her birinin babası olmuştu. Çünkü hak-hukuk babında kimsenin kimseye üstünlüğü yoktu. Hemen herkes O’nun nazarında eşitti.

       Meclisi bir hilim, haya, sabır ve emanet meclisi idi. O’nun meclisinde yüksek seslerle konuşulmaz, namus ve şerefler çiğnenmez, hata ve yanlış davranışlar ifşa edilmezdi… Gayet eşit idiler. Birbirlerine ancak takva ile üstün olabilirlerdi.
        Son derece mütevazı idiler. Büyüğe saygı, küçüğe sevgi ve şefkat gösterirlerdi. İhtiyaç sahibi olanları kendi nefislerine tercih ederlerdi. Yabancıyı korurlardı.

    Yanında oturduğu kimselere karşı davranışından sordum şöyle cevap verdi.

       Resulullah (s.a.v) daima güler yüzlü, iyi ahlaklı, yumuşak huylu idi. Kaba, katı, gürültü çıkaran, hayasız ve terbiye dışı davranan sürekli ayıp ve kusurlar arayan, çokça lüzumsuz yere mesh eden bir kimse değildi. Hoşlanmadığı şeyleri görmemezlikten gelirdi. Kendisinden Umut kesilen, kendisine güvenilmeyen kimse değildi.

Üç çirkin huydan kendini uzak tutmuştu.

Lüzumsuz münakaşa ve mücadele

Çok konuşmak

Mâlâyani

İnsanlara karşıda şu üç şeyden kesinlikle uzak dururdu:

Ne olursa olsun kesinlikle hiç kimseyi zem etmezdi,

Kimseyi ayıplamazdı,

Kimsenin ayıp ve kusurlarını aramazdı.

      Ancak sevabını umduğu hususlarda konuşurdu. Konuştuğu zaman, yanında oturanlar, sanki başlarında kuş varmış gibi hareketsiz oturup boyun eğerlerdi. Sükût buyurduğu zaman konuşurlardı. Fakat meclisinde asla tartışmaya girmezlerdi. Onların hoşlanıp güldükleri şeye kendisi de hoşlanıp gülerdi. Onların hayret edip taaccüp ettiklere şeye kendisi de hayret edip taaccüp ederdi. Yabancı kimsenin kaba konuşmasına, ısrarlı istemesine karşı sabır ve tahammül gösterirdi. Hatta ashabı hemen ona karşı gereken cevabı vermesini arzularlardı, fakat o hiç oralı olmazdı. Şöyle derdi: ”İhtiyaç sahibini gördünüz mü, ona yardımcı olun!”

     Kendisine karşı yapılan aşırı övgüyü kabul etmezdi. Normal övgülere ses çıkarmazdı. Yahut ikram ettiği kimsenin karşılık için teşekkür edip övdüğü zaman bu övgüyü kabul ederdi. Kimsenin sözünü kesmezdi.

    Kendisiyle konuşan kişi sözünü bitirinceye kadar beklerdi. Kalkıp gitmedikçe kendisi onu terk etmezdi.
Sükutunun nasıl olduğunu sordum. Şu cevabı verdi. Sükûtu dört şeyde tezahür ederdi.
Hilm, uyanıklık, takdir, tefekkür.

     Takdirine gelince: İnsanlar arasında fark gözetmeden eşit bakışlarında tezahür ederdi. Tezekkür ve tefekkürü diğer kalan hususlarda olurdu.
         Allah Resulünde sabır ve hile birlkte olurdu.onu hiçbir şey kızdırmazdı, hiçbir şey ürkütmezdi.
Uyanıklığı dört şeyde olurdu.İşin en iyisini alıp  başarmak. Diğer üçü de insanlar için hem dünya ve hem ahirette gerekli olan bütün işlerini ifâ etmekte tezahür ederdi.”

      Allah Teala buyurdu: “Allah elçiliği nereye vereceğini çok iyi bilendir.”

     Bu kadar güzelliklerin bir arada toplandığı aklın almadığı şaşılacak hallere sahip Efendilerin, Efendisi … Onu anlatanların hepsi sözlerini şöyle bağlar: “Ne ondan önce, ne de ondan sonra bir benzerini görmedim.” Ashabın hepsi şu konuda hem fikirdirler ki ; “O melek yaradılışlı sultanlar sultanı ilahi yardaılış içinde tek bir parlak inci idi.”

Ey bütün afet gibi belalara şifa olan!
Ey asi kalmış kulların sığınağı!
Ey nur deryası! Seni överken her ne kadar kusur ve hata ettiysem hepsini affederek kalbimi ihya eyleyiver. Bana lutfunla tecelli eyleyiver.

DİP NOT
İBN-İ KESİR,Şemail’ur-resuldeki hadis-i şeriflerden ve Hakani Mehmet Bey, Hilye-i Saadet’inden (İskender Pala) yararlanılmıştır.
 

  • tarihinde oluşturuldu.

Nurşin.com | 2021 | Tüm Hakları Saklıdır.