Seyda Fadlullah Hazretlerinde Hz.Peygamber’in (s.a.v) Hayatından Bazı Yansımalar

seyda-fadlullah-ks İnsanların hayat yolundaki ilerleyişleri çok çeşitli olabilir. Bunun yanında her bir insan ilerlediği yolda ilerlerken ilim sahibi olmayı, mal- mülk edinmeyi veya evlat ve aile sahibi olmayı amaçlayabilir. Ancak insanın sevdiği ve hayatını uğrunda harcadığı şeyler onun uhrevi hayatını kazanmasına sebep olmalıdır. Bunlardan ilim, âlemlerin rabbi olan Allah’a yakınlaşmaya en büyük bir vesiledir. İlim; bir şeyi idrak etme, düşünme ve fehmetme gibi manalara gelir. İlim, hariçte olan bir şeyin akıldaki tezahürüdür.

Hakiki saadetin, maddî ve manevî gelişmenin anahtarı da ilimdir. Resulullah Efendimizin (s.a.v) “Yarabbi! Bana eşyanın mahiyetini bildir.” diyerek dua ettiği ise hikmettir. Çünkü hikmet, eşyanın hakikatlerine olduğu gibi vakıf olmak ve onun muktezasıyla amel etmektir. İlmin hakikatini anlamaya yardımcı olan hikmete ulaşıldığında ise bir hazine elde edilmiş olur.

“Eğer bilmiyorsanız, ehli zikre sorunuz!”[1] buyrularak insanların yönlendirildiği hikmet ehli kimseler kıymetli mücevherleri bekleyen bir hazinedara benzer. Üstelik bu öyle bir hazinedir ki, hazinedarın bakmakla mükellef olduğu hazineyi insanlara dağıtma yetkisi de vardır. Bu Âlimler insanlara Allah’ı anlatan, sevdiren ve onların dünyevi ve uhrevi saadetlerine vesile olan kimselerdir. Bu kimseler az yiyen, az uyuyan; buna karşın çok ibadet ve tefekkür eden kullardır. Tıpkı ashab-ı suffe gibi…

Ashab-ı Suffe/ Medrese

Ashab-ı Suffe, mescidin bir tarafına yapılan çardakta yaşayan, maişetlerini Resulullah’ın (s.a.v) karşıladığı, kimsesiz ve fakir sahabelerden oluşan bir topluluktu.İş buldukları zaman çalışırlar, diğer zamanlarda mescidde ilim ve ibadetle meşgul olurlardı. Sürekli Resulullah’ın (s.a.v) meclisinde bulunduklarından ilim ve fazilet bakımından sahabe-i kiram arasında fazilet bakımından ön safta bulunurlardı.

İçlerinden evlenen, sefere çıkan, bir başka yere yerleşen veya vefat edenler olduğu zaman sayıları değişir, bazen artar bazen de eksilirdi. Bir ara sayılarının yetmişi bulduğu olmuştur.

Bazı kaynaklarda Suffe Ehli’nden olduğu söylenen yüzden fazla sahabenin ismi zikredilir. Bunların maişetlerini Rasûlullâh (s.a.v) temin eder, hâli vakti yerinde olan sahabenin onlara yardımcı olmalarını isterdi.

Ashab-ı Suffe’den olan Ebû Hüreyre (r.a) şöyle demektedir:

“Suffe Ehli, İslâm misafirleriydi. Onların ne sığınacak bir aileleri ne malları ne de bir kimseleri vardı. Bir sadaka geldiğinde Peygamber Efendimiz onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şayet gelen bir hediye ise kendisi ondan bir parça alır ve kalanını yine Ashab-ı Suffe’ye gönderirdi. Böylece gelen hediyeyi onlarla paylaşırdı.” [2]

Ashab-ı Suffe, dînin membaına en yakın, Rasûlullâh’ın meclisine en müdavim insanlardı. Bu yüzden yetişmeleri daha hızlı oluyordu. Muallimleri başta Hazret-i Peygamber olmak üzere Übey bin Kâ’b, İbn-i Mes’ûd, Muâz bin Cebel ve Ubâde bin Sâmit gibi âlim sahabelerdi.

Ehl-i Suffe, yüksek seviyede ve âdeta hızlandırılmış bir eğitim görmekteydiler. Nitekim en çok hadîs-i şerîf rivâyet eden sahabeler (müksirûn) umumiyetle onlar içinden çıkmıştır. Bunların başında gelen Ebû Hüreyre Hazretleri şunları söyler:

“İnsanlar, «Ebû Hüreyre çok hadîs naklediyor.» diye şaşırıyorlar… Muhacir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticaretle; Ensar kardeşlerimiz tarlada, bahçede ziraatle meşgûl iken, Ebû Hüreyre boğaz tokluğuna Allah Resul’ünün yanında bulunuyor, onların şahit olmadığı nice şeylere şahit oluyor, ezberleyemediklerini ezberliyordu.” [3]

“Bizlerde dünyaya meyil vardır o yüzden uyuyoruz, Allah Teâlâ’ya meyil olsa idi hiç uyumazdık.” diyen, uyuduğu zaman dahi kalbi Allah Teâlâ’nın zikri ile meşgul olan Seyda Fadlullah Hazretleri de ilme, ibadete ve güzel ahlaka çok ehemmiyet verirdi. Âlim bir zat olan Seyda, evlatlarına ve talebelerine dünya ve ahiret saadetini elde etmek istiyorlarsa ilim tahsil etmelerini tavsiye ederdi. Esasında dedesi Seyda-i Taği ilim tahsili yolunda Nurşin’deki ilk adımı atmış ve tedrisata başlamıştı. İlim öğrenmenin ve öğretmenin önemini çok iyi bilen Seyda Fadlullah Hazretleri de Nurşin’de zaten var olan medreselere bir yenisini daha eklemek istiyordu.İlmin insanı her türlü kötülükten koruyacağını söyleyen Seyda Fadlullah Hazretleri, talebelerle birlikte olmaktan çok mutlu olurdu. Nurşin’de inşa ettirdiği medresesinde her bir talebesi ile yakından ilgilenirdi.

Dört katlı olan bu binada talebelerin derslerini çalıştığı ve ezberlerini yaptığı mütalaa ve müzakere odası, müderrislerin odaları, misafirhane, yatakhane, yemekhane ve müderrislerin aileleri ile birlikte oturduğu iki adet lojman bulunmaktadır. Medresenin maddi ihtiyaçları Seyda ailesi ve hayırsever Müslümanlar tarafından karşılanmaktadır.

Medresede eğitim ortalama 8 yılda tamamlanmakta, bu süre talebenin durumuna göre daha kısa olabilmektedir. Talebeler sarf, nahiv, mantık, usulü’l-fıkıh derslerini görürler. Usûlü’l-fıkıhtansonra fıkıh, tefsir ve hadis kitapları okunmaya başlanır. Kitap bitirme usulüyle dersler okutulurken, bir üst kademeye geçen talebe alttaki talebeye bitirdiği kitabı okutur.

Bu en mukaddes eğitimlerden biridir, bununla birlikte bu eğitim sürecinde de elbette takip edilen bazı yöntemler vardır. Örneğin Seyda’nın ders verme usulüne göre talebesinin dersini geçmesi için bir önceki gün öğrendiklerini tekrar etmesini ister. Bu şekilde her bir ders, önceki hatırlanarak yapılır ve o dersin hafızadan silinmesi zorlaştırılır. Oğlu tefsir dersini babasından yani Seyda’dan alır. Celaleyn Tefsiri derslerine Fatiha ile başlayan oğlu, Seyda’nın verdiği tefsir dersinde En’am suresine kadar gün be gün ilerler. Bu kısma kadar olan bölümü bir hafızınki kadar eksiksiz bildiğini ifade eder. Fakat En’am suresinden sonra tefsiri artık Seyda’dan alamaz.

Görüldüğü üzere Seyda çok başarılı bir muallimdir aynı zamanda. Buna karşın tefsir derslerini bu kadar başarı ile öğreten bu zat, tasavvuf sohbetleri esnasında önceliği ve ağırlığı tefsir derslerine vermezdi. Bu kadar derin bir ilme sahip olup bunu saklamak, ilmi şöhret için kullanmamak çok düşündürücüdür. Hikmet ehli zatlar zahirî ilme sahip oldukları halde, marifetullaha talip olup her şeyden el çekmişlerdir. Seyda’nın sahip olduğu ilim ve taat onun Allah’a yaklaşmasına vesile oldu. Onun hayatının her bir parçasında insanların ibret alacağı müşahhas örnekler vardır.

Takva /Amel-i Salih

Peygamber Efendimiz (s.a.v) günlük beş vakit namazı vasati 1,5 -2 saati bulurdu. Kendisine farz, ümmetine müekked olan teheccüd namazını da 3-6 saat kadar bir zaman zarfı içinde kılardı. Yani gece ibadeti günlük beş vakit ibadete ayırdığı zamandan iki misli daha uzundu. Uzun uzun ayakta durur mübarek ayakları şişerdi. Secdelerde uzun uzun kalırdı. Bir keresinde annemiz Hz. Aişe (r.a) uzun bir süre alnını secdeye koymuş hareketsiz duran Resulullah’ı (s.a.v) vefat mı etti diye düşünerek endişelenir. O’na doğru eğilip eliyle dokunduğunda Resulullah’ın (s.a.v) “ümmeti” duasıyla için için ağladığını ve secde yerinin ıslandığını görür.

O’nun manevi mirasçısı Seyda Fadlullah Hazretleri de Nurşin’in soğuk kış gecelerinde gece ibadetlerini hiç aksatmazdı. Her akşam yatağından kalkar, lavaboda buz gibi su ile abdest alır ve seccadesinin başında sabaha kadar ibadet ederdi. Sobada akşamdan kalmış birkaç köz parçacığı odanın ısınmasına yetmez, titreyerek vird çekerdi. Eşi hastalığının artacağından korkarak kendisine dikkat etmesi gerektiğini söyler fakat bu sözün bir faydası olmazdı. Bu duruma üzülen annemiz bir akşam gaz lambasının fitilini kapatır, saatin zil sesini de kısar. Soba ise sönmüştür ve bu gece belki uyur da dinlenir diye düşünür.

Seyda Fadlullah Hazretleri gece namazı vaktinde ağırca kalkar ve karanlıkta odadan dışarı süzülür. Soğuk su ile abdest alır ve seccadenin başında nefy-ü isbat zikrini çekmeye başlar. Bu vird sırasında 1-2 dakika nefesi tutmak gerekir. Kalp rahatsızlığında ise nefesi tutmak yerine rahat nefes almak tavsiye edilir. Ancak Seyda bu tavsiyeyi kabul etmez ve üstüne hırka dahi almadan titreyerek nefesini tutar ve virde devam eder. Bu manzaraya dayanamayan hanımı yerinden kalkar ve abdestini bozmak için eline değer. O mübarek zat her zaman ki mütebessim yüzü ile eşine döner ve:

-Abdestimi bozacağını bildiğim için Hanefi mezhebine göre abdest aldım, der.

Yine bir gün doktora kendisini şikâyet edeceğini söyleyen eşine:

- Benim ilacım virttir, kalbim bu zikir ile şifa buluyor, derdi. Çünkü Seyda Fadlullah Hazretleri gece Allah’ı (c.c) anan kalplerin daha diri ve Allah’a daha yakın olacağını ifade ederdi.

Kıllet-i Taam

Allah Teâlâ Hazretleri “Yiyiniz, içiniz aşırı gitmeyiniz.” buyurarak yeme-içmede altın dengenin nasıl korunacağını bize bildirdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ise: “ Mü’minler, midelerinin üçte birini yemekle, üçte birini suyla doldurup, geri kalanını da zikir için boş bırakmalıdır!”buyurmuştur. Bu hadisin Türkçesi sofradan yarı aç kalkmadır. Yani sofraya otururken doymak için değil, kalbimizle sofradan bir çeşit aç kalkmak için niyet edeceğiz… Açlığını bastırmak için karnına taş bağlayan Hz. Peygamberin (s.a.v) bu yönü herkesçe malum olan hususlardır. Bu edep ölçüsü içinde hareket ederek açlıkla dost olan bir peygamberin tok olan ümmeti olmaktan sakınmak gerekir.

Seyda Fadlullah Hazretlerinde kıllet-i taam çok küçük yaşlarda başlamıştı. Bu riyazeti yaşının ilerlediği dönemlerde de sürdü. Allah Teâlâ sebepler halk ederek bazı olayların oluşmasını sağlar. Seyda’nın hastalığı birçok olaya örtü mahiyeti taşıyordu. Seyda’ya birçok yiyeceğin yenmesi doktor tarafından yasaklanmıştı ve yediği yemeklerde hiçbir lezzet yoktu. Çünkü doktorlar yemeğine tuz ve yağ konulmasını yasaklamışlardı. Seyda hiçbir lezzeti olmayan bu yemekleri yirmi sene yedi. Yağsız ve tuzsuz bir pilavın adı “lapa”dır. Onun yediği yemekleri yediğimde “Bu yemek nasıl yenilir? Bu çorba nasıl içilir?” diye düşünürdüm. Oysa bu Seyda için yirmi senedir devam eden bir riyazetti. Yemek davetlerine gittiğinde önünde türlü türlü yemekler olurdu fakat o hiçbirini yemezdi. Tabağı geri geldiğinde ucundan biraz yenilmiş olduğunu görürdük. Bazen davetten eve geldiğinde yoğurt ve ekmek ister, onları yerdi. Biz de üzülerek onu seyrederdik. Ama o bir kez bile halinden şikâyet etmedi. Manevi gıdalara yönelmeyi öğütleyerek insan şahsiyetinin ölmez yapısına, yani ruhuna yatırım yapmaya ve onu kemale erdirmek üzere gayret gösterilmesine vurguda bulunurdu.

Tevazu /Kavl-i Leyyin

Kavl-i leyin; sözü yumuşak söyleme, muhatabı rencide etmeden tatlı bir dil ile maksadını anlatmaktır. Kavl-i leyyin, insanın kemalatına vesile olan ulvî bir meziyettir. Ya da kimseyi incitmeme ama en önemlisi kimseden incinmemedir. Seyda Fadlullah Hazretlerinde “Beni incitebilirler ama ben bir kişiyi incitirsem nasıl hesabını veririm?” anlayışı ile hareket etmek önemli bir düsturdu.

Seyda Fadlullah Hazretlerini yakından tanımayanlar bazen merak edip bize şöyle sorarlardı: “Siz batılısınız doğudaki bir mürşid ile uyum zorluğu yaşadınız mı?” İnsan düşündüğünde onun pek çok batılıdan daha nazik ve insanı incitmeyen biri olduğunu söylemesi mümkündür. Onu tanıyanlar çok uzun süre yanlarında olmalarına rağmen bir kez bile kırıcı bir sözünü işitmemişlerdir.

Tevazudaki inceliği bize yine yaşantısından dersler vererek öğretti. Mekke-i Mükerrreme’yi ziyaretleri esnasında, orada temizlikle uğraşan görevlilere nasıl sadaka verilmesi gerektiğini şu şekilde tarif etti. “Siz onların yanına yaklaşırken para avucunuzun içinde saklı olsun. Sizin eliniz altta olacak şekilde, o kişinin elini öpecek gibi eğilirsiniz ve parayı gizlice ellerinin içine bırakırsınız. Çünkü onlar Allah’ın evinin hizmetçileridir.”

Cömertlik

Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Cömertlik; kökü cennette bir ağaçtır, dalları dünyaya sarkar. O dallardan birine tutunanı alır cennete götürür.” buyurur.

Ancak cömertlikle ilgili olan bu hadisi şerifin muhatabı kimlerdir acaba? Resulullah’ın (s.a.v) sünnetlerini hayatlarında nasıl tatbik ederler? “Ben cömerdim” diye kim deyip inanmışsa, Nurşin’e gidip Seyda Fadlullah Hazretleri ve kıymetli ailesini tanıyınca bu düşünceden vazgeçmiştir. Hatta Nurşin’ de cömertliğin hakikatini görünce kendi cimriliğinden utanmıştır. Nurşin’e gitmeyenler bu yaşananlara inanamayabilirler. Ama gidip ziyaret edenler acaba örnek alabilmişler midir onların dünya anlayışını?... Onları tanıyanlar bunu kendilerine sormalı.

Şimdi şunu bir düşünün; “Yaşadığınız evin anahtarı olmasın, sabah kurduğunuz kahvaltı sofrasına 10-15 kişi otursun siz de servislerini yapın, bu arada kapı açık olduğu için beklenmedik konu komşu hatta ev ev gezen dilenci de gelsin ve onlar da dâhil olsun sofranıza, ama teklifsiz. Sonra kahvaltı sofrasını toparlayın ve başlayın öğle yemeğini hazırlamaya. Bu arada yüzünüz hep gülsün. Çocuğu için özel mama hazırlamak isteyen ricalarda bulunsun, banyo yapmak isteyen, çamaşırını yıkamak isteyen vs. vs. hiç incitmeden yardımcı olacaksınız onlara. İşte öğle yemeği de hazır bu arada hemen sofra kurulsun, yine kahvaltı formatında gidiş geliş serbest herkese açık büfe. Yemek sofrası toplansın ve akşam yemeği hazırlıkları bir de arada çay servisi “ama yüzünüz hep gülsün.” Gece? Yok, gitmeyecek hiçbirisi çünkü onlar özel misafir tıpkı diğerleri gibi. Yataklarını serin, çocukların ihtiyaçlarını görüp yatırın ama siz yatmayın, yeni bir çay demleyip oturun misafirlerinizle çünkü hepsi sizi biraz daha görmek istiyor ve sabaha kadar anlatın hakikatleri ama bu arada güldürün de onları, dostça sohbetinizle ve ertesi sabah kahvaltıyı aynı dinçlik ve aynı güler yüzle hazırlayın...” Kaç gün idare edebiliriz bu şekilde? 1,2,3,..? Bir ömrü böyle geçirmek ise işte Seyda ve ailesi demek! Sadece malda mı cömertlik bu? Her şeyde sevgide, dostlukta, emekte… Ensar misali her şeyini paylaşmak. Evet, her şeyini…

Kaynak: Nurşin Esintileri Dergisi 8. Sayısından Alınmıştır.


[1] Nahl 16/ 43
[2]Buhârî, Rikâk, 17
[3]Buhârî, İlim, 42

  • tarihinde oluşturuldu.

Nurşin.com | 2021 | Tüm Hakları Saklıdır.