SAADAT-I KİRAMIN FAZİLETİ
Seyyid Taha-i Nehri (k.s) irşada ilk çıktığı zaman tanınmıyordu. Köy köy gezerek irşad yapıyordu. Mevlana Halid-i Bağdadi (k.s) onun şeyhidir. Seyyid Taha-i Nehri (k.s), Hz. Ömer’e benzerdi. Peygamber Efendimiz (s.a.s), Hz. Ömer için: “ Hz. Ömer hangi sokaktan geçse şeytan o sokaktan kaçar, başka bir yere gider.” demiştir. Seyyid Taha-i Nehri’nin (k.s) de bulunduğu cemaatten şeytan kaçar, giderdi. Bu onun kerametlerindendi. Birgün bir köyde ağanın birine misafir olur. Ağa ve köy halkı, onun tarikatına girer. Ertesi gün Seyyid Taha-i Nehri (k.s), o köyden ayrılacakken şeytan gelerek o ağaya vesvese verir. Der ki: “ Sen ağaydın, o dervişin tarikatına girdin, bu nasıl olur?” Ağa hizmetçisini çağırarak der ki: “ Bu tesbihleri al, seyyide ver ve ona de ki: “Ne ben ona bağlıyım ne de onun bizimle bir alakası vardır. Köyümüze de ikinci bir defa gelmesin.” Hizmetçi ise fakirdir; fakat kalbi Seyyid Taha-i Nehri’ye (k.s) bağlıdır. Ağasının sözünü yerine getirmek için gittiğinde Seyyid Taha’nın (k.s) sohbet ettiğini görür. Seyyid Taha (k.s) onun üzgün olduğunu görünce: “ Hayırdır, niye geldin?” diye sorar. Hizmetçi, ağasının söylediklerini anlatır. Seyyid Taha (k.s) da cevaben: “ Allah razı olsun, tesbihimizi geri verin.” der. Aradan zaman geçer. Birgün Seyyid Taha (k.s), rabıtada yahut sohbette iken Allah’a hamd eder. Der ki: “ Filan ağa öldü, imanını kurtardı.” Etrafındakiler bunun üzerine şöyle sorarlar: “ O ağa senin tarikatından çıktığı hâlde senin bundan nasıl haberin oldu?” Der ki: “ Onlar bizi terk etti fakat biz onları terk edemiyoruz.”
Yine bir başka köyde bir başka ağa Seyyid Taha’nın (k.s) münkiriymiş, çok da zalim biriymiş. Seyyid Taha’ya (k.s) durmadan hakaret edermiş. Seyyid Taha (k.s) sabretmiş. Seyyid Taha’nın (k.s) sofilerinden biri, bağdan topladığı üzümleri eşeğine yükleyip ağanın evinin önünden geçer. Bir nehir kenarına gelince ağa onu görür. Sofinin elinden üzümlerini ve eşeğini alır, sofiyi de rezil eder. Seyyid Taha (k.s), ağaya haber gönderir ve der ki: “ Sofi bir yanlışlık yaptı, üzümleri ağaya götüreceğine bana getiriyordu. Üzüm ağanın olsun; fakat sofi fakirdir, eşeğini ona geri ver.” Fakat ağa, Seyyid Taha’ya (k.s) terbiyesizce cevap verir. Seyyid Taha (k.s) da der ki: “ Benimle o ağa cumaya kadardır.” Cuma gecesi talebeler ağaya ne olduğunu merak ederler ve ağanın yanına giderler. Görürler ki ağa hastalanmıştır ve sabaha varmadan ölür. Ağanın kardeşi, Seyyid Taha’nın (k.s) salikidir. Ağa öldükten sonra Seyyid Taha’nın (k.s) yanına gelir ve : “ Müsaade ederseniz ben kardeşimin mezarını Nehr’e getirmek istiyorum.” der. Seyyid Taha (k.s) kabul etmez ve şöyle der: “ Senin ağabeyin imanını kurtaramamıştır. Hadis-i Kutsi de: “ Kim benim velime-bir dostuma- hakaret ederse ben ona savaş açarım.” buyrulur. Rabbül Âlemin hangi insana savaş açarsa başta onun imanını alır.”
Benzer bir olay Seyda-i Taği’nin (k.s) de başından geçmiştir. Seyda-i Taği’yi (k.s) inkâr eden birisi varmış. Seyda-i Taği’yi (k.s) sevmediği gibi onu görmemek için de karşılaştığı yerde onu görmemek için gözlerini kaparmış. Birgün Seyda-i Taği (k.s) ile Fethullah Verkansi (k.s) Nurşin’e gidiyorlarmış. Yolda o adamı görmüşler. Adam onları görmemek için gözlerini kapamış. Onlar atlarıyla onun yanından geçip gitmişler. Aradan biraz zaman geçtikten sonra Seyda-i Taği (k.s), Fethullah Verkansi’ye (k.s) : “O adam öldü ve imanını kurtardı.” der. Fethullah Verkansi (k.s): “ O seni ve tarikatını inkâr ediyordu, onun imanını kurtardığından nasıl haberin oldu?” diye sorar. Seyda-i Taği (k.s) şöyle cevap verir: “ Hatırlıyor musun? Atım Kemo’nun gölgesi onun üzerine düşmüştü. Bu Nakşibendî tarikatının saadatının atının gölgesi bile insanın üzerine düşse –inşallah- saadat o kişiyi bırakmaz.”
Muhabbet
Kişinin ibadeti az olsa; fakat velilere olan muhabbeti çok olsa, haşrları onlarla birlikte olacaktır. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.s) : “ Kim kimi severse onunla haşrolur.” buyurmuştur.
Tarikatta muhabbet, büyüklerin istediği kadar hareket etmektir. O insanlar cemaati sevmişler, namazı sevmişler ve dünya muhabbetinden uzaklaşmışlardır. İnsan mümkün mertebe onların yaptıklarını taklit etmelidir.
Nakşibendî Tarikatının Gerekleri
Birgün Seyyid Sıbğatullahi Ervasi’ye (k.s) sormuşlar: “ Sizin etbaınız (tabi olanlar) kimlerdir?” O da demiş ki: “ Bizim etbaımız, teheccüd ehlidir.” İnsanın kendini onların etbaı sayması için teheccüd ehli olması, hatmeye katılması, günde bir cüz Kuran-ı Kerim okuması gerekmektedir. Çünkü bunlar tarikatın şartlarındandır. Hatme yapan insan tabii ki namazını da kılmalıdır.
Bu Nakşibendî tarikatı, Rasulullah (s.a.s) zamanından gelmiştir. Peygamberimizin (s.a.s) Medine’ye hicretinden sonra bir ayet inmiştir: “ Ey Resulüm! Hanımlar senin yanına geldiği zaman onlarla mubayaat et.” Yani hanımlar, Peygamber Efendimize (s.a.s) gelip hırsızlık, zina yapmayacaklarına, adam öldürmeyeceklerine, kocalarına muhalefet etmeyeceklerine kısacası günah işlemeyeceklerine söz veriyorlardı. Mubayaat, satıştır. Allah’ın rızası karşılığında cenneti satın almaktır. Resulü Ekrem (s.a.s), bu ayetten sonra bütün sahabelerle mubayaat etmiştir. Hem erkekler hem de kadınlarla.
- Tarikattan çıkma üç şekilde olur: Kişi büyük günah işlerse, aşikâre zikir yaparsa ve “Ben tarikattan çıktım.” derse tarikattan çıkmış olur.
Tövbe ve Tefekkür
Şeytan insanı sıkıştırır, devamlı günaha teşvik eder. Bu yüzden sahabe-i kiram, bazen aynı gün içinde, bazen günaşırı, bazen iki günde bir, en fazla ise kırk günde bir Resulü Ekrem’in (s.a.s) yanına gelerek mubayaatlarını tazeliyorlar, tövbe ediyorlardı. O sahabe-i kiram bunu aynı gün içinde yapıyorsa bizim gibi günahkâr insanların her saat tövbe etmesi lazımdır. Resulü Ekrem (s.a.s), günde yetmiş defa estağfirullah çekermiş, O’nun çektiği estağfirullah boşuna değil, bize örnektir. Çünkü Rasulullah (s.a.s) – tüm peygamberler de- günahtan masumdur. Bu davranışı ümmetine örnek olsun diye yapmaktadır. Yaptığımız her hareketi düşünerek yapmalıyız. Acaba bu davranış İslamiyet’e uygun mu değil mi? Yediğimiz yemeğe varana kadar tefekkür etmeliyiz. Allah bunları benden sual edince ne cevap veririm, diye düşünmeliyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) buyuruyor ki: “ İnsan üç lokma yesin, yetmezse dokuza çıkarsın.” İnsan yemeği tokluk için değil ibadetlerine güç yetirmek için yemelidir. Yemek yerken düşüncesi bu şekilde olursa, yediği yemek de bir ibadet olur. Nasıl ki insan oruç tuttuğu zaman yedikleri ibadet sayılır; çünkü o yemek ibadetin bir gereğidir, takviyesidir. İnsan yemek yerken düşüncesi kolay ibadet etmek, orucunu rahat tutmak, sağlıklı olup çoluk çocuğunu muhafaza etmek olursa yediği her lokma ibadet sayılır. İnsan yemeği yalnız lezzet için yerse onun suali vardır. Rasulullah (s.a.s) birgün çok aç kalmış, evde yiyecek bir şey bulamamış. Biraz dışarı çıkıp hareket etsem belki uykum gelir yatarım diye düşünmüş. Dışarıda Hz. Ebu Bekir Sıddık ve Hz. Ömer ile karşılaşmış. Peygamber Efendimiz (s.a.s) onlara neden dışarıda olduklarını sormuş. Onlar da aç olduklarını, evde yiyecek bir şey bulamadıklarını, dışarı çıkıp biraz dolaşırsak uykumuz gelir yatarız diye düşündüklerini söylerler. Rasulullah (s.a.s) : “ Ben de bu nedenle çıktım, öyleyse falan ensarın evine gidelim. Belki onun evinde bir şeyler vardır.” demiş. Ensarın yanına gitmişler. Ensar, onlara bir oğlak kesmiş, yemek yaptırmış, bir de üzüm suyu getirmiş. Onları yedikten sonra çıkmışlar. Rasulullah (s.a.s), Hz Ömer ve Hz. Ebu Bekir’e buyurmuş ki: “ Yemin ederim ki Allah bu nimetin hesabını sizden soracaktır. Diyecektir ki: “Siz açtınız ben sizi tok ettim, siz bana bunun için ne yaptınız?” O Ebu Bekir ki varını yoğunu Allah yolunda harcamıştır. O Ömer ki malını ve canını Allah yolunda harcamıştır. Yine de Rasulullah (s.a.s) onlara: “ Allah’a vereceğiniz cevabı hazırlayın.” demiştir. Kaldı ki bizim gibi günahkâr insanların durumu ne olur, düşünmemiz lazım. Peygamber Efendimiz (s.a.s) buyuruyor ki: “ Bir saatin düşüncesi- tefekkürü- bin senenin ibadetinden daha eftaldir.”
Dünya Ehli ile Ahiret Ehli Arasındaki Fark
Birgün bir ağa, Abdurrahman-i Taği’nin (k.s) cemaatine gidiyor. O gün bayramdır ve Seyda-i Taği (k.s) çok güzel giyinmiş, güzel yemekler yaptırmıştır. Ağa diyor ki: “ Siz kendinize ahiret ehli diyorsunuz, bize de dünya ehli. Bizimle sizin aranızdaki fark nedir?”
Seyda-i Taği (k.s) şöyle cevap veriyor: “ Fark şudur: Biz güzel elbise giydiğimiz zaman müslümanları kızdırmak, kıskandırmak için giymiyoruz. Niye giyiyoruz? Allah’ın ve Rasulullah’ın (s.a.s) bayram günlerinde güzel elbise giyinin emri için. Bugün de bayramdır, o yüzden güzel giyindik. Yediğimiz yemek ise Rasulullah’ın (s.a.s) emridir: “Bayram günlerinde oruç tutmayın, yemek yiyin.” Bunun için yiyoruz. Siz ise nefsiniz için hareket ediyorsunuz. Dünya ehli ile ahret ehli arasındaki fark budur.”
Saadatı Kiramın Himmeti
Tarikatın temeli üçtür: muhabbet, ihlâs ve teslimiyet. Bir insan tarikata girdiğinde manevi olarak saadatı kiramın evladıdır. Yaptığı hizmetlerin iyisinden kötüsünden saadatın haberi olur. Abdulkadir Geylani hazretleri demiştir ki: “ Ben Kutbul Aktab’ım (kutubların başı). Bunu iftihar olsun diye değil Allah’ın bana verdiği bir nimet olduğu için söylüyorum. Siz sıkıntıya girdiğiniz zaman benden yardım isterseniz yardımınıza geleceğim.” Şimdi biz yüz defa “ Ya Abdulkadir Geylani” diyoruz; fakat bir yardım göremiyoruz. Acaba Abdulkadir Geylani hazretleri yanlış mı söylemiştir? Hâşâ! O doğru söylemiştir; fakat bizim istediğimiz doğru değildir. Kalbimiz mutmain değildir. Biz tevekkül ehli olsaydık, kalbimizle gerçekten onların geleceğine inansaydık o kesin gelirdi.
Mevlana Halid-i Bağdadi (k.s), güneydoğunun büyük bir âlimidir. O anlatıyor: “ Birgün şeyhim sabaha yakın kapımızı çaldı ve dedi ki: “ Suriye’nin bir köyünde Kadirî bir hanım varmış. O bölgenin ağasına bu hanımın kocasının borcu varmış. Fakir ve mağdurmuş. Kadının kocası 5–6 aydır yokmuş. Ağanın parasını ödeyebilmek için çalışmaya gitmiş. O hanım, evine birkaç lokma getirebilmek için köylerde hizmetçilik yapıyormuş. Ağa birgün onu görmüş ve yanına çağırıp neden borcunuzu ödemiyorsunuz diye kızmış. O da ağlayarak demiş ki: “ Biz sizin paranızı vermeyecek değiliz. Kocam sizin paranızı getirebilmek için 6 aydır çalışıyor. Bizi fazla sıkıştırmayın.” O zalim, münafık ağa, elindeki sopayla o hanımın elbisesini kaldırmış, maalesef o hanımın üzerinde don yokmuş. Demiş ki: “ Madem paranız yok, para yerine bana bunu verin.” O hanım da Abdulkadir Geylani’nin (k.s) kabrine dönerek: “ Siz de bunu kabul ederseniz, size lanet olsun.” demiş. Bir gece ben kalktım ki Abdulkadir Geylani (k.s) hazretleri beni çağırıyor: “ Gel gidelim, o ağanın cezasını verelim.” diye. Beraber o ağanın kaldığı köye gidiyorlar. Evinin penceresinden bakıyorlar. Orada ağa etrafındakilere o hanımın avretinden bahsediyor, etrafındakiler de gülüyor. O ağa sabaha doğru tuvalete çıkıyor. Abdulkadir Geylani (k.s) hazretleri o sırada bana dedi ki: “ Başını kes al.” Ben de dedim ki: “ Onun imanı yok mudur? Onu nasıl öldürürüm. Çünkü küfre girmekle imansız olunmaz.” Bana dedi ki: “ Doğrudur. Ben imanını alayım, sen başını al.” Tam o sırada imanını kaybedecek bir cümle sarf etti ve ben de başını aldım. O ağa pislik içinde öldü, ağzı pisliğin içine girdi.”diyerek bu olayı anlattı. O hanım yakarışında ciddiydi ve Abdulkadir Geylani hazretleri onun yardımına koştu.
Namaz
Birgün Muhammed Diyauddin (k.s), Bilvanis Köyü’nün ağalarından Emini Seyyid’e diyor ki: “ Emin ağa, sen Allah’ı mı seviyorsun, oğlağını mı seviyorsun?” Bunu duyunca Emin Ağanın zoruna gidiyor, cevap vermiyor. Hazret neden cevap vermediğini sorunca diyor ki: “ Bu soruyu sen değil de başka biri sorsaydı vallahi onun başını alırdım. Bizim imanımız yok mudur ki böyle bir soru sordun?” Bunun üzerine Hazret: “ Senin çobanından haber geldi. Oğlağın dağda kalmış, topal olduğu için sürüyle gelememiş. Sen oğlağı getirmeye gidersen akşam namazını cemaatle kılmayı kaçıracaksın. Eğer cemaatle namaz kılarsan oğlak kaybolacak. Ne yaparsın bu durumda?” diye soruyor. Ağa cevap veriyor: “ Ben bilsem ki namazım kazaya kalacak, ben yine oğlağımı getirmeye giderim.” Hazret: “ Sen öyleyse Allah’ı değil oğlağı seviyorsun. Eğer Allah’ı sevmiş olsaydın cemaatle namaz kılar onun sevabına erişirdin.”
İnsan namaz vaktinde önceliği neye verdiğine dikkat etmelidir. Burada ince bir çizgi vardır. Hadis-i şerif der ki: “ Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın.” Âlimler bu hadis-i şerifi yanlış şerh ederler. Bu hadis-i şerifin doğru şerhi şudur: Dünya işi olduğu zaman sanki hiç ölmeyecekmiş gibi davranın, acele etmeyin. “Şimdi ya da sonra ne zaman yapsam olur.” diye düşünün. Ahiret için ise sanki yarın ölecekmiş gibi hareket edin. Namaz vakti geldiği zaman acele edin. Çünkü alacağımız nefese senedimiz yoktur. Bir insan namaz vakti girse, hemen namazını kılmasa da tehir etse ve o vakit içinde namazını kılamadan ölse o namazından sorumludur. Bu konuda âlimlerin ihtilafı vardır. Kimi âlimler: “ Vakit girdiği hâlde kılmadığı için günahkârdır, sorumludur.” der. Kimi âlimler ise: “ Hayır, sorumlu değildir. Çünkü vakit çıkmadan ölmüştür. Belki yaşasa kılacaktı.” derler. Bu ihtilafa düşmemek için insanın namazını vakti girer girmez eda etmesi lazımdır.
“Ehl-i sünnet ve’l-cemaatin” manası, Peygamber Efendimiz (s.a.s) zamanında insan nasıl yaşıyorsa o şekilde yaşamak, bidat ve hurafelerden uzak olmaktır. Hz. Ayşe (r.a) diyor ki: “ Rasulullah (s.a.s) vefat ettikten sonra en büyük bela tokluk oldu.” Şöyle ki: Ashaba bakmak için bir hekim geliyor, altı ay kalıyor ve bir tek kişi hasta olmuyor. O hekim Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) giderek müsaade istiyor gitmek için. Rasulullah (s.a.s) neden gitmek istediğini soruyor. Hekim diyor ki: “ Ben burada altı ay kaldım ve bir kişi bile hasta olmadı.” Buna karşılık Rasulullah (s.a.s) diyor ki: “ Biz öyle bir kavimiz ki acıkmadan yemeyiz, yemeği doymadan terk ederiz.” Hekim: “ Siz böyle olduğunuz sürece hasta olmazsınız.” diyor.
İnsan yatsı namazını kıldığı zaman yatmasa, geç yatıp sabah namazına kalkamasa, o insan sanki keyfi olarak namazını kılmamış gibidir. Bu davranış sünnete aykırı olduğu için (yatsı namazından sonra yatmamak) çok günahtır. Fakat yatsıdan sonra hemen yatıp teheccüde ve sabah namazına kalkmaya niyet etse ve kalkamasa o kişi yine sevabını alır. Fakat namazının kazasını kılmak zorundadır. Kişi için o yatış da ibadettir. İnsanın yatsıdan sonra yatmayıp ilim tahsili dışında bir şeyle uğraşmasına fetva yoktur. Yalnız ilim yapmak için yatmayabilir. İnsan böyle yaşar çocuklarını da bu şekilde eğitirse kendi sevap kazandığı gibi çocuklarının yaptığından dolayı da sevap kazanacaktır. Tefekkür ehli ve tarikat ehli olan insan bunlara dikkat etmelidir.
Kalpteki Boşluk
Mevlana Halid-i Bağdadi (k.s) çok büyük bir âlimdir. O büyük zat bile kalbini yoklamış, kendine mürşid aramıştır. Kalbi Allah’ın tecelligahı iken bile kendine mürşid aramıştır. Acaba bizim kalbimiz Allah’ın tecelli yeri midir yoksa dünya muhabbetinin yeri midir? Burada kastedilen dünyadan uzaklaşmak değildir onun muhabbetinden uzaklaşmaktır.
Şeyh Abdurrahman-i Taği (k.s) de benzer bir olay yaşamıştır. Şeyh Abdurrahman-i Taği (k.s) ilk önce Şeyh Abdulbari Çarçahi’nin (k.s) yanında seyr-ü suluktaymış. Şeyh Abdurrahman-i Taği (k.s), Kadirî tarikatından da icazet almıştır. Şeyh Abdurrahman-i Taği (k.s) bir kabristanda kabir yaptırmış, her gece o kabirde iki üç saat kalır, kabir azabını düşünürmüş. Günde yetmiş bin defa kelime-i tevhid çekermiş. Fakat yine de kalbinde bir boşluk hissetmiş. Şeyh Sıbğatullah-i Ervasi’yi (k.s) duyduktan sonra onun yanına gitmiş, tarikatına girmiş ve bu boşluğu ancak kapatmıştır.
Kalbimizdeki boşluğu gidermenin yolu ‘estağfurullah’ çekmektir. Rabbül Âlemin tarikatı bize nasip etmesine rağmen kalbimizdeki boşluk çoktur, çaresi ise estağfurullah çekmektir. Kişinin gerçek manada saadat-ı kiramı sevmesi ve onlardan himmet beklemesi gerekmektedir.
İhvanlık
Tarikatta ihvan (samimi candan arkadaşlar, tarikat arkadaşlığı) vardır. Sofiler birbirini sevmeli ve kıskançlık yapmamalıdır. Biri sıkıntıya girdiği zaman onun yardımına koşmamız lazımdır. Eğer onun yardımına siz değil de başkaları koşarsa o sizden kopacaktır. Bir insanın tarikattan kopması ciddi bir mesuliyettir.
İnsan Diye Kimlere Denir?
Akıllı insan odur ki kendi faydasını bilir, nefsi emmareye ( emreden, zorlayan nefis) kulak vermez, aklını kullanır. İnsanın aklı onu devamlı iyiliğe teşvik eder. İnsanın nefsi ise onu devamlı kötülüğe teşvik eder. İnsan ünsiyetten gelmişse, ünsiyetin manası şudur: Rabbül Âlemin kalu belada insanlara “ Elestü bi Rabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim)” dediği zaman insanlar: “ Rabbimizsin” dediler. Müslümanlar bu ahdi unutmamış, bu ahdi unutmadığı için onların ismi ‘insan’ bırakılmış. Yani eski sözünü, ünsiyetini (dostluk) hatırlayan. İnsanın manası budur: eski sözlerini, eski ahitlerini hatırlayan. Yani Rabbül Âlemin’in mevcudiyetini kabul etmesi için onun ismi insan olarak bırakılmış.
Bir de gayrimüslimlere insan diyorlar, onların insanlığı ile müslümanların insanlığı birbirinden ayrıdır. Gayrimüslimlerin insanlığı ünsiyetten gelmiyor, nisyandan yani unutmaktan geliyor. Münafıklar, mürtedler, onların insanlığı da ünsiyetten gelmiyor, nisyandan geliyor, insandır, unutucudur. Nisyanın manası, sözlerini unutandır. Yani biz müslüman olarak kalu belada verdiğimiz sözlere –inşallah- bir süre sadık kalıyoruz. Rabbül Âlemin Saadatı Kiramın himmetiyle bizi bu sözden ayırmasın.
Manevî Dereceye Erişmek
Dünya hayatı hastalıksız olmaz. Çünkü dünya müslümanlar için rahatlık yeri değildir. İnsan için dünyada rahatlık yoktur. Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “ Ehli dünya süccil mümin ve cennetil kâfirin ( Dünya, Müslümanların hapsidir; gayrimüslimlerin cennetidir.)” Yani gayrimüslimler dünyada zevk ediyorlar, zengin oluyorlar; onların belaları dünya sıkıntıları müslümanlara nazaran azdır. Müslümanların dünyadaki sıkıntısı fazladır. Nasıl ki Resul-i Ekrem (s.a.s) buyurmuş: “Bütün enbiyalar (peygamberler) arasında en müptela ‘yani en çok bela gören’ benim, ondan sonra diğer eziyet gören peygamberlerdir.” En büyük belayı enbiyalar görür, sonra evliyalar daha sonra insanlar görür. İnsanın sıkıntısı ne kadar çok olursa Allah’a o kadar yakın olur. Müslümanlara Rabbül Âlemin sabır versin. Allah insana bir hastalık, bir musibet verir. Böylece insanın diğer dünyadaki derecesi yükselir.
Bir de bazı dereceler vardır, Rabbül Âlemin’in katındaki dereceler, bu derecelere insan ibadet etmekle kavuşamaz. Sadece sıkıntı çekmekle, eziyetle o derecelere kavuşulur. Gavsi Hizan (k.s) diyor ki : “ Ben Veysel Karani’nin ziyaretine gittim. Orada şöyle dua ettim: “Ya Rabbi, bana Veysel Karani’nin derecesini ver.” Rabbül Âlemin bana öyle bir hastalık verdi ki, çok sıkıntı çektim, Rabbül Âlemin benim ruhumu almadı. Ben biliyordum ki Veysel Karani derecesine hastalık ile kavuşmuştur. İnsan dua edince: “ Ya Rabbi, filanın derecesini bana ver.” demesin. Bazı dereceler vardır ki insanın gücü ona yetmez.” Yani insan “ Ya Rabbi! Sen beni evliya et, beni abdal et.” diyebilir; fakat “ Bana filan şeyhin, filan evliyanın derecesini ver.” dememelidir. Evliyanın çoğu eziyetle, meşakkatle ve hastalıkla derecelerine kavuşmuşlardır. Rabbül Âlemin ayet-i kerimede buyuruyor ki: “ Canlarınız ve mallarınız karşılığında size cennet verildi.” Yani bir insan canını ve malını Allah yolunda verirse o zaman insan cenneti kazanacaktır. Allah yolunda can vermek kolay değildir. Rabbül Âlemin bir insanı yüksek derecelere kavuşturmak için ona hastalık verir. Kendisine sıkıntı verilen insan haline ne kadar çok şükrederse Allah’a da o kadar yakın olur. Nakşibendî tarikatında; terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî(varlık), terk-i terk prensibi vardır. İnsan başına gelen sıkıntıya Allah rızası, Resul-i Ekrem’in rızası, mürşidinin hoşnutluğu için sabrederse muhakkak karşılığını alacaktır. İnsanın mürşidinin rızasını kazanması, Resul-i Ekrem’in (s.a.s) rızasını kazanması, Resul-i Ekrem’in (s.a.s) rızasını kazanması ise Rabbül Âlemin’in rızasını kazanması demektir.