Hz. Peygamber'in Ümmetine Düşkünlüğü

HZ. PEYGAMBER'İN ÜMMETİNE DÜŞKÜNLÜĞÜ

alt

Bir gün Hz. Resul’ün yanına ahireti, cennet ve cehennemi inkâr eden münkir ve kâfir insanlar gelir. Reddettikleri şeylere nazaran Hz. Ali onlara çok mantıklı bir şey söyler. “Sizler bizim iddia etiğimiz şeyleri inkâr ediyorsunuz. Sizler “Ebedi saadet yok, ahiret yok, hani cennet cehennem nerede, siz oraya gidip geldiniz mi? diyorsunuz. Sizin bu inkâr ettiklerinizin hepsi var, ama eğer yarın sizin dediğiniz gibi çıkarsa yüz yirmi dört bin peygamber kendi mucizesine dayanarak, güvenerek var diyorlarsa yüz yirmi dört bin evliya kendi kerametlerine güvenip bu davanın arkasında duruyorsa, ya bizim dediğimiz gibi çıkarsa, öbür âlem varsa, cehennem varsa, ebedi saadet varsa bu noktada sizler neyi kaybettiğinizin farkında mısınız? Ama diyelim ki yarın sizin dediğiniz gibi çıktı, ahiret gibi bir şey olmadı biz buna inanmakla bu yolu tercih etmekle dünyada neyi kaybedeceğiz?”

HZ. PEYGAMBER'İN ÜMMETİNE DÜŞKÜNLÜĞÜ

Allah Teâlâ Hz. Resul’e (s.a.v)  yaratılışındaki merhametten şöyle bahseder “Sen yüksek bir tabiatla yaratıldın. Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Fakat sende çok büyük merhamet vardır.”[1] Ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere Hz. Resul (s.a.v) merhamet ve şefkat peygamberidir.

Kitaplara göre; Hz. Resul (s.a.v) doğduğu zaman ümmetim demiş, vefatı sırasında ümmetim demiş, mahşerde ümmetim diyecektir.SEYDA FADLULLAH (K.S) bir sohbeti esnasında rivayetlere göre; ; Hz. Resul (s.a.v)  Allah Teâlâ’ya “Ya Rab! Ümmetimden hiçbir ferdin cehenneme girmesini istemiyorum, bunu senden diliyorum. Eğer azap vereceksen, benim çocuklarım var, hanımlarım var, kızlarım var, ümmetim yerine onları ateşe atın ama ümmetimden hiçbirinin azap görmesini istemiyorum, rıza göstermiyorum. Eğer senin yanında biraz kıymetim varsa bir tanesi dahi cehenneme girmesin, girecekse de çocuklarım, hanımların, kızlarım girsin.” dua ettiğini rivayet etti.

Resûl-i Ekrem (s.a.v) Taif’e bin bir umutla gitmesine rağmen türlü sıkıntılara, hoş olmayan bir ortama maruz bırakıldı. Ümmetim dediği yere insanlara irşad için gitmesine rağmen Merhamet Peygamberinin üzerine taşlar atıldı, atılan taşlar başını ayağını yaraladı. O ise haline isyan etmedi, hiç kimseden şikâyetçi olmadı. Hemen bir ağacın altına sığınıp “ Ya Rabbi, kusurum varsa kusurumu sana veriyorum, sana sığınıyorum. Ya Rabbifakru fakrîmi sana sığınıyorum, Ya Rabbi bu ümmeti hidayete erdir. Bunlar bilmiyorlar.” duasında bulundu.

Kitapların anlattıklarına baktığınız zaman Hz. Resul hayatı boyunca pek çok sıkıntıya maruz bırakılmasına rağmen, şefkat ve merhamet peygamberi olmasından ötürü sürekli ümmetim demiştir, Taif’de taşlandığı esnada “ Sana bu hali yaşattıklarından dolayı dilersen şu dağı onların üzerine indireyim.” diyen Cebrail’e (a.s) cevabı “Ya Rabbi bunlar bilmiyorlar.” oldu.

Allah Teala ayet-i kerimede Resulullah’a “Sen onları İslamiyet’e çağırdığında onlar sana yüzlerini çevirdiği zaman kendi nefsini öldüreceksin, bunu yapacaksın ama bil ki kalplere tesir etmek, hidayete kavuşturmak benim işimdir, senin vazifen sadece tebliğ etmektir.” buyurdu.

Sahabe-i kiramdan bir kısmı Hz. Resul’ün tebliğine yanıt vermeyenlerin varlığı karşısında şüpheye düştüler. “Koskoca bir peygamber etrafındaki insanları hidayete çağırıyor ama etrafındakiler ona icabet etmiyor. Acaba bu bir peygamber değil midir? Peygamber olsa bu kadar ısrara rağmen nasıl kalplere tesir etmez?” dediler. Bu şüphe üzerine bu ayet indi.

Doğrusu sen sevdiğine hidâyet veremezsin ve lâkin Allah, kimi dilerse hidayet verir ve hidayete irecekleri o, daha iyi bilir.” Kasas sur,56

Buradan da şu anlaşılıyor ki eğer insan kani׳olmazsa, güzel halis bir niyetle Allah’a bir adım yaklaşmazsa, sohbetlere halis bir niyetle katılmazsa Cenab-ı Allah insanı ısrarla hidayete erdirmez. Birinci adım insandan olmalıdır. O ilk adımın da atılabilmesi için insanın iç dünyasında mülahazasında iyi olma gayreti olmalıdır. Mesela sohbete gelen bir kimse sırf kendisini davet eden arkadaşını kırmamak için niyetiyle sohbete gelmişse ve kalbinde ben bu sohbetten istifade etmem düşüncesi varsa o kimsenin sohbetten istifade etmesi çok zordur.  

Çünkü dünya imtihan yeridir ve imtihan gereği Cenab-ı Allah zorla bir insanı hidayete erdirmez. Allah kullarının hidayete ermesini çok ister ancak ilk adım insandan olmalıdır. İnsan bu ilk adımı atarsa Cenab-ı Allah da ona hakikatleri gösterir.

alt

Hz. Resul (s.a.v)  dönemine baktığınız zaman; Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi insanlar Hz. Resul’ün sözlerine, haline rağmen O’nda risalet namına, hakikat namına hiçbir şey görmediklerini söylediler. Fakat çok uzakta olup da Hz. Resul’ü sadece bir defaya mahsus görmelerine rağmen çok yüksek makamları temaşa ettiklerini söyleyen insanlarda oldu. Dolayısıyla bu insanın bakış açısına, niyet ve mülahazasına bağlıdır.  Eğer onlar da saf, temiz berrak bir düşünce ile Hz. Resul’e bakmış olsalardı, onlar da birer sahabe olacak A'lâ-yı İlliyyîndediğimiz makamlara ulaşacaklardı. Ama onlar Hz. Resul’e risalet gözüyle değil de Abdulmuttalib’in torunu gözüyle baktıkları için, bu ümmidir, cahildir, okumamıştır nazarıyla baktıkları için ve yahut bir kısmı Yahudiler gibi bu Arap’tır, bizden değildir dedikleri için hiçbirisi bu noktada istifade edemediler.

Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir." hadis-i şerifinde işaret edilen Hz. Resul’den sonra gelen;  Hz. Resul’ün “Benden sonra peygamberlik kapısı kapandı ama ümmetimden, donanım itibariyle daha önce yaşamış Beni İsrail döneminde ki peygamberlerle eş değerde, öyle âlimler çıkacak ki şayet benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı bu ulema ümmetimden biri olacaktı.” dediği zatlara da bu niyetlerle yaklaşmak gerekir.

Yani her asırda gelen büyük müceddid alimler insanları fitne ve fesattan kurtarmaları ve dinin o asrın ihtiyacına göre ihya edilmesi ve meselelerin halledilmesi gibi vazifeler üstlendikleri için israloğullarının kendilerine yeni bir kitap ve şeriat verilmeyen peygamberlerinin vazifelerine benzetilmiştir. Çünkü bir Peygamber bir şeriatla geldiği zaman belli aralıklarla insanları uyaracak nebiler gönderilmiştrir. Bu nebiler yeni bir din getirmemiş mevcut olan hak dindeki yanlış anlamaları ve unutulan hükümleri hatırlatmış ve düzeltmişlerdir. Peygamberimizden sonrada başka peygamberler gelmeyeceği için bu vazifeyi deruhte edecek her asırda büyük alimler gönderilmiştir. Hadiste bu mana kastedilmektedir. Yoksa hiç bir evliya makam olarak bir peygambere yetişmez. Burada vazife itibari ile benzerlik kastedilmiştir.

Eğer insan böyle zatlara temiz niyetle yaklaşmazsa, nasıl olsa ondan fayda görmem derse, o zat hangi makamda olursa olsun hiç fayda görmez. Büyük zatlar bazen bazı insanlara hususi olarak dua etmişler, “Ya Rabbi bunlar istemiyorlar, ama Sen dilersen onları hidayete getirirsin.” duasında bulunmuşlardır.  Hz. Resul’ün Hz. Ömer’e, Halid bin Velid’e yaptığı duası gibi.

Bir insanda halis niyet olmazsa ve üzerinde böylesine önemli hususi bir dua yoksa Cenab-ı Allah hakikat namına hiçbir şey göstermez. Bunu bütün ibadetlerde de yaşatır. Kâbe-i Muazzama’ya sıradan bir taş nazarıyla bakıp, taştan ne istifade edilir düşüncesine sahip olan kişi; işin zahiri tarafına bakarsa maneviyatına, manasına bakmazsa sadece surete bakarsa hiçbir fayda göremez. Kâbe taştır, fakat bu taş bina Allah’a nisbet edilmesiyle mana kazanmıştır. İsmi -Beytullah- Allah’ın evidir. Allah bütünüyle oraya teveccüh etmiştir, bu teveccüh hatırına Kâbe’ye bakılırsa insan başını o taşın önünde eğerde, o taşı öperde ve Kâbe bu kadar naif bir saygıya layıktır.

Seyda Fadlullah’a bu Seyda-i Tağî’nin halifesidir, büyük bir velidir, Hazret’in torunudur, nazarıyla bakan kişi dağlar kadar istifade eder. Bu nazarda bu kadar büyük saygıya layıktır. Burası bir mesciddir ama normal bir cemaatin toplandığı mescid değildir. Burası 1400 senedir bütün evliyaullahın, ulemanın, Sadat-ı Kiramın yetiştirdiği bir medresedir. Nurşin Medresesi sahip olduğu bu nispetlerle diğer mescitlerden farklıdır çünkü burası tasavvuf mescididir. Tasavvuf, yüksek bir üniversite eğitimi gibidir. Her yerde bir cemaat var, ben bugün buradayım yarın başka yerde olurum nazarıyla burada bulanan kişi istifade edemeden buradan ayrılır.

Cumhuriyet öncesinde “Cemaat” kavramı diye bir şey yoktu. Tasavvuf zemini altında cemaatler vardı, Cumhuriyet’ten sonra farklı haller, ihtilaflar yaşandı. O dönemde cemaat adında tasavvuftan farklı cemaatler kuruldu.  Bu nedenle cemaat yeni bir oluşumdur, tasavvuf ise 1400 seneden beri bütün Sadat-ı Kiramın, evliyanın intisab ettiği bir yerdir. Osmanlı Devletinde her sultanın intisap ettiği bir yer vardı.

Tasavvuf sohbetlerinin yapıldığı bu mescitlere tekke nazarıyla bakmak lazım, insan bu mülahazayla yaklaşırsa çok istifade eder.  Hele buraya Seyda gibi büyük bir zat gelmiş ise burası onun makamı olur, insan bu hissiyatla buraya gelirse çok istifade eder. Mesela Siirt’te Üveysil Karani Hazretlerinin makamı vardır. Fakat makberinin orada olup olmadığı hususunda ihtilaflar vardır. Biz oraya gidince makberi orada ya da değil diye değil, Üveysil Karani Hazretleri buraya gelmiş, burada bulunmuş nazarıyla bakarız. O yerin önemli,  kıymetli olması orada Üveysel Karani Hazretleri’nin bulunması ile olur. İnsan meseleye bu hissiyatla yaklaştığı zaman Cenab-ı Allah insana çok fayda verir. Ama insan saygısızlık gösterirse, laubali davranırsa, ben burada oturuyorum Cenab-ı Allah bir noktada muhtaçtır, kalbime tesir etsin deyip hiçbir çaba göstermezse o zaman insan hiçbir şekilde istifade etmez. İstifade edebilmek için çaba göstermesi lazım.

Mesela Seyda-Taği sohbet adabını anlatırken “Biz Gavs-ı Hizan’ın sohbetlerini dinlerken kendimizi feyze kilitlerdik, başımızı eğer gözlerimizi kapatırdık” der. Sohbet dinlerken avına kilitlenen şahin gibi feyze kilitlenmek gerekir. Başka bir deyişle yoğunlaşma, rabıta yoksa insan sohbette laubali halde oturursa, sürekli etrafını incelerse istifade etmez. Bu bütün ibadetlerde böyledir, mesela biri namaz kılmaya kalkıyor, dışarıdan baktığınızda bırakın namazda olmayı öyle hızlı namaz kılıyor ki ve elini Allah’a kaldırırken de öyle ciddiyetsiz bir şekilde kaldırıyor ki bırakın Allah’ın onun duasını kabul etmesini, Allah belki o makama saygısızlık gösterdiği için ceza da verebiliyor. 

Dünya fanidir. Hz. Resul dünyanın bir uyku olduğunu söyler. Yani sizin akşam gördüğünüz rüyadan hiçbir farkı yoktur, bu uykudan sadece ölümle uyanacaksınız. Mesela siz bir rüya görürsünüz; rüyanızda biri size gelip der ki, tüm bu gördüklerin rüyadır. Siz ise hayret eder, nasıl olur dersiniz “Benim burada bir hayatım var, otuz senedir buradayım, evim var, çoluk çocuğum var bu nasıl rüya olabilir?” O boyuttan çıkmayana kadar farkında olmazsın. İnsan ölümle uyanmadan bu dünyada uyanabilmeli, dünyanın fani süsü püsüne, telaşlarına aldanmamalı, çünkü yarın farklı bir hayata geçiş yapacak.

İnsan bazen rüyasında da dünya işleriyle meşgul olur ama onun rüya olduğunu bilmez, öyle zamanlar olur ki tam da en zor durumda olduğu esnada gözünün açar, farklı bir boyutta olduğunu görür, normal hayatına döner ve o an “çok şükür rüyaymış” der. Ama uyanmadığı müddetçe rüyada olduğunu bilmez. İnsanın rüyasında altmış senelik bir ömür yaşadığını gördüğü bile olur ama uyandıktan sonra o altmış yıl insan nazarında bir-iki dakika hatta saniyeye dönüşür. Allah insanı bu rüyadan uyandırdıktan sonra soracak “Sizler ne kadar zamandır varsınız?”  Eski ümmetlerden çok uzun yaşamış, dünyada bin sene kalmış olanlar dahi, herhalde sabahtan akşama kadar dünyaya kaldık diyecekler. Çünkü insan gözünü açıktan sonra her şey çok kısa gelecek. Şu an bile altmış yaşında olan birine ömrünü nasıl geçirdin deseniz bir saatte hepsini anlatıverir. İnsan ölümün başına ne zaman geleceğini bilmiyor, dolayısıyla eğer insanın yarına yönelik bir hazırlığı yoksa perişan olur, ebedi dediğimiz bir cehennem var. 

Bir gün Hz. Resul’ün yanına ahireti, cennet ve cehennemi inkâr eden münkir ve kâfir insanlar gelir. Reddettikleri şeylere nazaran Hz. Ali onlara çok mantıklı bir şey söyler. “Sizler bizim iddia etiğimiz şeyleri inkâr ediyorsunuz. Sizler “Ebedi saadet yok, ahiret yok, hani cennet cehennem nerede, siz oraya gidip geldiniz mi? diyorsunuz. Sizin bu inkâr ettiklerinizin hepsi var, ama eğer yarın sizin dediğiniz gibi çıkarsa yüz yirmi dört bin peygamber kendi mucizesine dayanarak, güvenerek var diyorlarsa yüz yirmi dört bin evliya kendi kerametlerine güvenip bu davanın arkasında duruyorsa, ya bizim dediğimiz gibi çıkarsa, öbür âlem varsa, cehennem varsa, ebedi saadet varsa bu noktada sizler neyi kaybettiğinizin farkında mısınız? Ama diyelim ki yarın sizin dediğiniz gibi çıktı, ahiret gibi bir şey olmadı biz buna inanmakla bu yolu tercih etmekle dünyada neyi kaybedeceğiz?”

Hakikaten de bu böyledir. Tasavvuf yoluna giren insan hiçbir şey kaybetmez, bırakın bir şeyler kaybetmeyi bilakis dünya ve ahiretinde Cenab-ı Allah cennet hayatını ona yaşattırır.  Çünkü bir insan hayvaniyetin en alt kısmına girmeye de kabildir, meleklerden daha üst makama gelebilmeye da kabildir, tabiatı buna müsaittir. Eğer bir insan sürekli cismaniyetini yaşıyor, nefsin güdümünde kalıyorsa, ruh kısmını yaşamıyorsa kalp kısmını yaşamıyorsa dünyanın en zengini olsa dahi Cenab-ı Allah onun kalbinde o boşluğu yaratır, o boşluğu hiçbir şeyle doldurmaz. Dolayısıyla insanlar aldanıyor, o boşluğu dünyanın güzellikleri ile doldurmaya çalışıyor, her çalışmada o boşluk daha da genişliyor ve insanın hayatı bir noktada zindana dönüşüyor. Neden çünkü Cenab-ı Allah’ın insana verdiği bu emanetleri yerinde kullanmadığı için. Allah size muhabbeti vermiş, merak duygusunu vermiş, haset duygusunu vermiş,  bir sürü duygular vermiş, hepsi iyi duygular iken ahireti kazanmanız için verilmişken kul emanete hıyanetlik ediyor. Bunları fani şeylerde sarf ediyor. Muhabbetini ve aşkını fanilere veriyor, eve arabaya gösterişe veriyor. Allah bu sınırsız muhabbet duygularını ahireti kendisine sarf etmesi için vermiştir, var olan duyguları onun başına bela kılıyor. İnsanın aşkı Allah’a değilse, Hz. Resul’e değilse, saadat-ı kirama değilse o aşk insanın başına bela oluyor. Bazı kimseler vardır ki aşkından intihar eder veyahut birisini sever hayatı zindan olur. Neden? Çünkü hakiki aşkın sahibi Allah’tır, maşuk Allah’tır. Tasavvuf bu noktada çok önemlidir.

Kuran ve hadisler ışığı altında, yaşamımızı Peygamber Efendimizin (sav) açıkladığı İslam doğrultusunda planlamalı, eksiklerimizi araştırıp öğrenmeli ve gidermeye çalışmalıyız. Bilmediğimiz hususları da alimlerden ve Allah dostlarından öğrenmeliyiz. Peygamberimizin (sav) bizlere olan bu düşkünlüğünü unutmadan, salavatlarla onu anmalı ve Rabbimize böyle bir Peygambere ümmet olmayı nasip ettiği için şükretmeliyiz. Allah-u Zülcelal hepimize rahmet ve merhametiyle muamelede bulunarak Peygamber Efendimizin şefaatine nail kılsın. (Amin)



[1]
Ali İmran,159

  • tarihinde oluşturuldu.

Nurşin.com | 2021 | Tüm Hakları Saklıdır.