ALLAH KENDİ DERGAHINA, İNSANIN KALBİNE GİRMEK İSTER

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbü’l Âlemin. Vesselatü vesselamü ala seyyidina Muhammedin nebiyyi ümmi ve ala alihi vesahbihi ecmain.

Eskiden pazara yeni bir ürün geldiği zaman ürünü tanıtacak insanlar vardı, onlara ‘dellal’ derlerdi. Dellale birkaç kuruş para verilirdi, o da sabahtan akşama kadar o para karşılığında dolaşır, insanlara o ürünü tanıtırdı. Derdi ki: “Filan yerde bir ürün var, özellikleri şunlar, şu kadar paraya.” Sabahtan akşama kadar mesaisini buna harcardı.  

Bir Müslümana da Rabbül Âlemin ücretini peşin vermiştir; onu var etmiştir ve varlıklar arasında en üst seviyeye çıkarmıştır. Müslümanın vazifesi de esasen Rabbül Âlemini her yerde tanıtmaktır; İslam’ı yaymak, imanı kalplere yerleştirmede vasıta ve vesile olmaktır yani dellal olmaktır. Bunun ücreti de peşin verilmiş aslında ama ekstra bir karşılığı da vardır. Allah ahiret hayatını vaad eder. 

“Bel tu’śirûne-lhayâte-ddunyâ. Vel-âḣiratu ḣayrun ve ebkâ” 

Belki siz dünyayı tercih edeceksiniz, dünyaya delallik yapacaksınız. Gittiğiniz her yerde dünyayı tanıtacaksınız, dünyaya mahbup olacaksınız ama bilin ki ahiret daha üstündür; kusursuz, noksansız, hastalıksız, kedersiz. İnsanın bütün düşünce ve arzularının gerçekleşebileceği bir hayattan bahsediyor Allah. O hayat fani değildir, geçici değildir. Orada yaptığınız her şey size aittir. Dünyada yaptığınız çalışma, kazanç, birikim ise size ait değildir; sizden sonrakilere bırakacağınız birer emanettir. Dünyada iken kendi şahsınıza bir şey biriktirmiyorsunuz aslında, tek şey müstesna: ahiret için yapılanlar. 

“…vemâ tukaddimû li-enfusikum min hayrin tecidûhu’inda(A)llâhi huve hayran ve a’zame ecrâ(n)…”

Siz daha dünyadayken gönderdiğiniz salih amellere yarın ahirete gittiğinizde rast geleceksiniz. O amellerin hem ne kadar hayırlı olduğuna hem de o amellere yüksek bir fiyat verildiğine siz şahit olacaksınız. Demek ki bir mümin dellallik yapacaksa Cenâb-ı Allah’ın bildirdiği ve bizlerden istediği şeylerin dellalliğini yapmalıdır. Dünya, dellallik yapmaya değmez. Bu durumu Şeyh Abdulkahhar bir beyit ile ifade ediyor: “Ey nefs! Yazık bizlere ki şu dünya denilen pazarda bizi cüz’i bir fiyata satıyorsun. Ey nefsim! Ben dünyanın pazarlamasını yapıyorum. Yazık değil mi bana? Kim dünyaya gönül bağladıysa ahiretin nimetlerinden mahrum olacak ey nefsim, bilmez misin?”

Bu; esasen bizim bilmediğimiz, ihmal ettiğimiz bir konu. Hâlbuki kalp hastalıkları ve dünya sevgisi üzerinde çok duruluyor Kuran-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde. Bir insanın kalbinde hastalık olduğunda o hastalıkla beraber cennete giremeyeceğini ifade eden nice hadis-i şerifler var.

“Fi kulûbihim meradun fezadehumullahu meraden” 

Küffarda ve münafıklarda Allahu Teâlâ’dan ve peygamberlerden istifadeyi engelleyecek hastalıklar vardı, o hastalıklar kalplerinde idi. “Hatemallahu alâ kulûbihim ve alâ sem’ihim.” Allah, kalbin menfezi hükmünde olan göz ve kulaklarını mühürlemişti. Akılları kapanmamıştı, şuurları yerindeydi, hak ve hakikati bilirlerdi ama kalpleri müteessir olmayınca istifade edemediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v) insanın kalbinde zerre kadar kibir olursa cennete giremez, buyuruyor. O kalp arınmazsa, nefs tezkiye olmazsa cennete girilemeyeceğini ifade ediyor. Demek ki bir Müslümanın kalbine çok dikkat etmesi lazımdır. Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.

Hata ve haram olarak bildiğimiz içki içmek, adam öldürmek vb. bunlar; fiziken yapılanlardır. Ama bunları meydana getiren şey de kalbin müfsit olmasıdır. Bakın, kalp ne kadar önemlidir. Örneğin insan ayaklarındaki sızı şikâyetiyle doktora gitse doktor ona sızının belindeki bir hastalıktan kaynaklandığını söyleyebilir. Başka bir hastalık kalpten kaynaklanabilir. Çünkü kalp bedenin merkezi hükmündedir, bütün azalar oraya bağlıdır. O zaman doktor oranın tahlilini yapar, ona göre tedavisini yapar. Eğer tedavi edilmezse ayakta, kolda uyuşmalar meydana gelebilir; felce sebep olabilir veya şu olur, bu olur. Aynen bunun gibi ruhtan bedene sirayet eden bütün iyiliklerin ve kötülüklerin kaynağı da insanın kalbidir.  

“Ela! İnne fil cesedi mudgaten; iza salahat salahal cesedu kulluh ve iza fesedet fesedel cesedu kulluh. Ela! Ve hiyel kalb.” 

Dikkat edin, kulaklarınızı iyi açın! İnsanın cesedinin içinde, kalp denilen et parçasının tam hizasında, latif, şeffaf bir cevher vardır. O ıslah edilirse cismaniyetiniz de ıslah edilir; amelleriniz, fiilleriniz de ıslah edilir. Çünkü insan kötülüğü yapmadan önce onu kalp ve düşünce bazında gerçekleştirir. Zira orada bir hastalık varsa o evvela düşüncede gerçekleşir sonra eyleme geçirilir. Her eylem insanoğlunun kalbinin birer mahsulüdür. O kalp denilen cevher ifsat edilirse insandaki eylemlerde ifsat olur. Namaz kılsa namazı dahi müfsittir. Ayette; “Fe veylun lil musallin. Ellezîne hum an salâtihim sâhûn.”, “O namaz kılanlar ki cehenneme müstahaktırlar çünkü namazın içinde gafildirler.” buyrulmuştur. Allah sizin cisim ve suretlerinize, ne yaptığınıza bakmıyor. Öncelikle kalbiniz nasıl programlanmış, ıslah edilmiş mi, terbiye edilmiş mi ona bakıyor; sonra amellerinize bakıyor.

İnsanın kim için çalıştığına, kime ibadet ettiğine dikkat etmesi lazım. Müslüman; dünyanın, şeytanın ve nefsin pazarlamasını yapmaz. Bunların dellali değildir Müslüman. Allahu Teâlâ’nın, ahiretin dellali olmalıdır. Dellallere paralarını peşin verirler, onlar da en güzel hâlleri ile o malı tanıtırlar, anlatırlar. Siz de bu manada Allah’ın ve ahiretin dellalliğini yapmak için ücretinizi aldınız ama ekstra bir mükâfatınız daha var. Buna mukabil Allah sizlere cenneti bahşedecek. 

Dünyaya gelen insanı Rabbül Âlemin ikaz ediyor: “Elem a’hed ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budû-şşeytân(e) innehu lekum aduvvun mubîn” Ey Âdem’in çocukları! Biz size bildirdik, sizi ikaz ettik. Nefs ve şeytan çok hilebazdır, illüzyon yapar, sizi kandırır, onlara kanmayın; dedik. Allah’ın size verdiği dünya hayatında bir dellal gibi sabahtan akşama kadar yine Allahu Teâlâ’yı tanıtacaktınız, bu ücret size bunun için verilmişti. Göz bunun içindi, kulak bunun içindi; vücut, sağlık, hayat mesaisi, hepsi bunun içindi. Bu şekilde Allah’ın hoşnutluğu için çalışacaktınız. Bu peşin ücretler bunun için verilmişti size; yoksa dünya, nefs ve şeytanın hoşnutluğu için değil. Fakat insan gaflete düştü, dünyaya geldi ve dünyaya kapıldı. Dünya, güzelliklerini insana sergiledi. Bir tarafta dünya, bir tarafta uhra…. Uhra, sonraki demektir. Sonraki hayatta olan güzellikleri göremedi insan. Çünkü dünyaya meyledince, dünyaya sevdalı olunca insanın gözü kör olur. Allah’ı bilmez, tanımaz; yani Allah aklına gelmez. İbadete durur, unutur; namaza durur, unutur; camiye gider, unutur; sohbete gider, unutur. Allah’ın verdiği merak duygusunu dünyada çıkan ne kadar yenilik varsa onları bilmek ve tanımakta kullanır da bütün kâinatı yaratan, insana hayat bahşeden Allah’ı tanımaya yönelik bir merakı olmaz. “…en lâ ta’budû-şşeytân…”: “Size bildirmedik mi şeytana ibadet etmeyeceksiniz diye.” İbadet etmek demek onların memnuniyeti için çalışmak demektir. 

“Ve eniğbudunî…”: “Bana ibadet edeceksiniz.” Yani Allah’ı memnun edecek işleri yapacaksınız.

“…hâżâ sirâtun mustekîm”: “Doğru yol buydu.” 

“Velekad edalle minkum cibillen keśîrâ(an) efelem tekûnû ta’kilûn” Fakat şeytan, anne ve babanızın cennetten kovulmasına nasıl sebep olduysa tıpkı onları kandırdığı gibi -sizler bu malumata sahip olduğunuz hâlde- nicelerini böyle saptırdı. 

“…efelem tekûnû ta’kilûn”: Hâlâ siz aklınızı başınıza almayacak mısınız? 

Deli değilsiniz, buyuruyor Allahu Teâlâ. Çünkü deli olsanız mazur sayılacaksınız. Allah insanı muhatap alırken onun aklını mükellef tutar. Çünkü akılda tercih kuvvesi vardır, doğruyu veya yanlışı tercih edebilir. Ama deli insanda öyle bir kuvve yoktur. Sizin aklınız var ama neden aklınızın muktezasınca amel edemiyorsunuz? Çünkü dünya sevgisi, dünyevi hastalıklar, şeytani hastalıklar insanın kalbine isabet ettiğinde insanın akıl, mantık ve iradesini de bütünüyle kuşatır. Resulü Ekrem Efendimizin (s.a.v) ifade ettiği üzere insan günah işlediği zaman her bir günah kalbe değen siyah bir nokta gibidir. Eğer hemen tevbe ve istiğfar ile bir aşı gibi o leke imha edilmezse o siyah nokta hayat bulur. Bir mikrop gibi diğer mikroplara davetiye çıkarır. Bu siyah nokta yavaş yavaş kalpte büyümeye başlar, kalpte kendine yer bulur ve nihayetinde kalbin bütününü kuşatır, kalp simsiyah bir hâle gelir. İşte o yüzden “fi kulûbihim meradun”, kalplerde hastalık vardır. İnsan ile Allahu Teâlâ arasındaki engel dışarıda değildir, en büyük engel insanın kendi nefsidir. İnsana Allah’ı unutturan, onu gaflete sokan insanoğlunun nefsidir. Onu aşabilirse dışarıda engel diye bir şey yoktur.

Nefs çeşit çeşittir. Hz. Yusuf (a.s) der ki: “Ben nefsimi temize çıkaramam, çünkü nefs sürekli kötülüğe amirdir.” Böyle iken başka bir yerde başka bir nefsten daha bahseder: “Ey mutmainne makamına gelmiş nefs! Sen Allah’tan razı, Allah da senden razı bir şekilde Rabbine dön. Kullarımın arasına gir, sen de buyur cennetime dâhil ol.”

“Gad efleha men zekkaha”: “Nefsini tezkiye eden, arındıran ferah bulur.”

Saadat-ı Kiram’ın da Resulullah Efendimizin de (s.a.v) ve Kuran-ı Kerim’in de ifade ettiği bir şey var: Kalpler pas tutar. Pas tutarsa ne olur? O zaman kalp şeffaflığını kaybeder, yansıma özelliğini kaybeder. Yani salih bir insanın yanında olduğu zaman onun ruhaniyetinden, iç âleminden istifade edemez. Kalbi paslanan insan peygamberin yanında bile olsa ondan istifade edemez. O yansımayı alamaz, intikal gerçekleşmez. Kalp adeta bir ayna gibidir. Nasıl ki bir aynayı güneşe tuttuğunuz zaman güneşin yansıması hem aynada görülür hem de o yansıma ile başka karanlık yerler de aydınlanırsa insanın kalbi de öyledir. Pas tuttuğu zaman istifade olmaz, cilalanması lazımdır. Evrad ü ezkar insanın kalbinin cilasıdır. İstifade etmek için kalp gereklidir çünkü imanın yeri akıl ve mantık değildir, imanın yeri kalptir.  Allah insanın aklına nüzul etmez, sıfatları ile insanın kalbine nüzul eder.

Şeyh Abdulkahhar (k.s) devam ediyor: Allah hazır olmuş, kalbe girmek istiyor çünkü kendi dergâhıdır, beytidir. Kalbe girmek için hazır bekleyen zata yani Allah’a sen kapıyı açmayıp –haşa- O’nu geri çevirir, O’na kapıyı kapatırsan yarın ahirette sen de derdini ifade etmek için O’nun huzuruna gitmek istediğinde o Sultan kendi kapısını senin yüzüne kapatacak ve diyecek ki: “Bu insanı huzuruma getirmeyin.”  Çünkü sen dünyadayken O’nu kendi dergâhına yani kalbine kabul etmedin, O’na kapıyı kapattın. Allah da yarın seni dergâhından kovacak.

Nice kâmil insanlar olmuş dünyayı çok sevdikleri için küfrün safına girmişler. Cenâb-ı Allah bizleri muhafaza etsin. Resulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Büyüklerin (âlimlerin) meclisinde bulunun, âlimlere sorun ve hikmetli zâtlarla beraber olun .” Âlim-ü rabbanî, yani insanları rablerine ulaştıran, zahirî ve batınî ilimle mümtaz, Resulullah’ın (s.a.v) varisi olan Saadat-ı Kiram’ın meclisinde hazır bulunmanız; orada daim olmanız “Ve kûnü meas sadıkîn” ayeti emrince sizlere farzdır. Fiziki olarak hazır bulunmasanız dahi bulunduğunuz yerde onlarla gönül ve fikir bağı kurmak suretiyle o meclislere dâhil olun. 

Peki, o meclislerde bulunmak insana ne kazandırır? Amaç sizdeki cehaleti kaldırmak mı, bilginizi artırmak mı? Hayır, amaç o değil. O meclislerde ayrı bir özellik var. Cenabı Allah ölü toprağı yağmur suyu ile dirilttiği gibi ölü kalpleri de âlimlerin meclisinde diriltir. Bir toprak kurumuşsa, yeşerme kuvvesi yoksa siz o toprağa ne kadar tohum atarsanız atın o toprak yeşermez. O toprağın öncelikle suya ihtiyacı vardır, dirilmeye ihtiyacı vardır. Kalbi ölmüş bir insanın da önce hissetmesi, canlanması lazımdır. O kalp canlanmadığı sürece onun üzerine bir şey inşa edilemez. Nafile namaz, ibadet, taat gibi binlerce tohum da ekseniz onda yeşerecek kuvve olmadıktan sonra bir işe yaramaz, yaptıklarından zevk almaz. Bu kalbin dirilmesi, âlim-ü rabbanilerin meclisinde hazır bulunmaya bağlıdır. Çünkü âlim-ü rabbaniler gökteki yağmur bulutlarına benzerler. Allah onların kalplerine yağmur suyunu bırakır, onlar da o mecliste hazır bulunanların kalplerine o yağmuru dökerler. Resulullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuş:

“Lokman Hekim, oğluna dedi ki: Âlimlerin (ve ariflerin) meclislerinde bulun! Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Çünkü Allah Teâlâ, ölü toprağı yağdırdığı bol yağmurla dirilttiği gibi ölü kalbi de hikmet nuruyla diriltir.” 

Topraklar da sınıf sınıftır. Bir kısım toprak üzerine düşen yağmuru hapseder. Bu kısım insanlar edebiyle, mahviyetiyle topraklaşmıştır; benlik adına bir şey kalmamıştır. Onun üzerine yağmur değer ve o suyu hapseder. O su kalbine kadar sirayet eder ve istifade eder o sudan. Üzerinde güzel ahlak yeşerir; fıtratı, tabiatı gülistan olur. Halîm olur, merhamet sahibi olur. Ama bununla da kalmaz, onun hâli başkalarına da sirayet eder. Bir yerde alışveriş yaparken bile ondaki hâl, ona bakan insanı kendine çeker, götürür. Bir çeşme başı, bir akarsu gibidir o insan. Bir yerde bir nehir akıyorsa ve insan da susuzsa elbette o suyun başına gider. Seyda-i Tağî Hazretleri (k.s) bu bakımdan kendilerini ziyarete gelenlere ikaz mahiyetinde şunları söylüyor: “Buraya gelen edebini korusun, sabırla beklesin. Sorgulama niyeti ile gelmesin, istifade niyeti ile gelsin. Bir fakir, bir dilenci gibi… Böyle gelen insan zaten boş dönmez.” Sizin ihtiyaç sahibine vermek istediğiniz bir paranız olsa. Bir fakir, bir dilenci elini kolunu sallayarak; edebine, sözüne dikkat etmeden size gelse; siz o parayı ona vermezsiniz. Ama edebe riayet ederse zaten vermek niyetinde olduğunuz için verirsiniz. Durum aynı bunun gibidir.

Bir kısım insan istifade eder ama içinde nehirler akmaz, insanların istifadesine sunmaz. Bir kısım insan da var ki kalpleri taşlaşmış; ölü değil, kalbi, aklı, mantığı yerinde ama kalbi katıdır. Onun üzerine değen su da akıp gider. Etrafı yeşerir ama o taş, o kayalık istifade edemez. Ne kendi istifade eder ne de başkalarının istifadesine sunar. Her şey kalptedir yani.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) birisinden bahisle sorar: “Nasıldır bu insan?” Derler ki: “Ya Resulallah, çok âbid bir insandır.” “Peki, onun huyu nasıldır, komşularıyla muamelesi nasıldır?” diye sorar. “Ya Resulallah, komşularıyla arası biraz kötüdür, çok serttir, nahoş şeyler söyler.” diye cevap verirler. Bu duruma taaccüp eder Peygamber Efendimiz (s.a.v). Acaba bu insanın kalbinde bir tıkanma mı var ki yaptığı ibadet onun ahlakına sirayet etmemiş? Hâlbuki insanın ibadet etmesindeki amaç; ahlakı güzelleştirmektir, muhabbetin kalbe girmesidir. Yoksa amaç, lak lak yapmak değildir.

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyurulmuş. Müfessir âlimler, Şiblî gibi büyük zatlar bu ayetin tefsirini şöyle yaparlar: “İbadet etsinler ki o ibadet marifete bir vesile olsun, muhabbet hâsıl olsun. İnsanları bu yüzden yarattım.”

Bütün ibadet ve taatlerden gaye kalbi harekete geçirmektir. Biz kalbi nasıl harekete geçireceğiz, kalbin harekete geçtiğini nasıl anlayacağız?

Sahabe-i Kiram önce Resulü Ekrem’i (s.a.v) sevdi, O’nda (s.a.v) fanileşti; sonra bunun üst makamı olan fenafillaha intikal etti. 

Sahabe, Resulullah’a bakınca Allah’ı görürlerdi adeta. Derlermiş ki “O (s.a.v) secde ettiğinde O’nda Allah tecelli ederdi.” Zaten hakiki, kâmil bir mümin görüldüğü zaman insanın kalbinde bir hareketlilik meydana gelir. Allah’ı bize hatırlatan bir meltem vardır onda. 

Sahabe-i Kiram’ın Resulullah’a (s.a.v) olan sevgisi öyle bir sevgi idi ki cennete girmeyi bile orada Resulullah (s.a.v) olduğu için istiyorlardı. Hatta cennete gidip Resulullah’tan (s.a.v) ayrı düşme ihtimali onlar için hüzün ve keder sebebiydi. Allah Resûlü’nün (s.a.v) sevgisinde fanileşmek…  Kuran-ı Kerim’de emreder Allahu Teâlâ: “Kûl in kuntüm tuhibbunallahe fettebiûni yuhbibkumullah” “Allah’a sevgi iddia ediyorsanız sevginiz benim sevdiğim zattan geçer. Ey Habibim! Onlara söyle sana ittiba etsinler.” Allah’ın Resulü (s.a.v) sahabeden biat aldı. Ayeti kerimenin ifadesince onlar Resulullah’a (s.a.v) biat etmekle Allah’a biat etmiş gibi oldular. “…yedullahi fevga eydihim…” Resulullah’ın elini tuttular (Tasavvuftaki el tutma buradan gelir.), bazı sözleri tekrar ettiler. İşte Allah’ın eli de o birbirini tutan iki elin üzerindedir. Allah’ın eli mecazîdir. Merhameti, himayesi, sevgisi, gücü, kuvveti Allah’ın elini temsil eder. Orada Peygamber Efendimizin (s.a.v) elini tutanlar sanki Allah’ın elini tuttular; Allah bunu böyle kabul etti.

Sevgi sahibi olmak, kalp sahibi olmak lazım. Kalp derken de vücuda kan pompalayan organdan bahsetmiyoruz. O kalbin tam hizasında bulunan bir cevherden bahsediyoruz. Çoğu zaman fark etmiyoruz onu. Belki ölmüştür, hissetmiyor çünkü; sevgi yok, muhabbet yok. Ama ehl-i tasavvuf hisseder, onların kalplerinde muhabbet vardır. Yerken, içerken sürekli aynı fikir üzeredirler ve adeta kalpleri sürekli Allah’ı zikreder.  Abdurrahman-ı Tağî (k.s) der ki: “Ben Gavs-ı Hizan’ı (k.s) görmeden evvel tasavvufta zirvede görürdüm kendimi. Çünkü kalbim, bir ayağımı yerden kaldırıp tekrar yere koyana kadar dahi gafil olmuyordu; iradem dışı sürekli Allah’ı zikrediyordu. Ne zaman ki Gavs-ı Hizan Hazretlerini (k.s) gördüm, bütün ömrümün boşa geçtiğini fark ettim.” Bu cümleleri söyleyen Abdurrahman-ı Tağî hazretlerinin (k.s) kalbi, bir saniyede yetmiş defa “La ilahe illallah” diyor.

Allah muhabbetlerinizi artırsın, her şey muhabbetle başlar. İnsanları Allah’a ulaştıran yollar insanların nefesleri kadar çoktur. Bu gün bir insan İstanbul’a gidecek olsa onlarca yol vardır. Dağ yolunu da kullanabilir ama bazı yollar bazı yollara göre daha kısadır, güvenlidir. Allah’a giden yollar da öyledir. Salih insanlar, kâmil insanlar, veliler o diğer yolları seçmemişlerdir de hep tasavvuf yolunu seçmişlerdir. Çünkü orada korumalar vardır adeta, güvenli hatlar çekilmiştir. Tasavvuf yolu içerisinde de bir vasıtaya ihtiyaç vardır, o da muhabbet vasıtasıdır. Muhabbet, kulunu kendine yaklaştırmak için Cenâb-ı Allah’ın bahşettiği bir armağandır. Allah bunu veriyor ki kul kendine o kanat ile ulaşsın.

Ve sallallahu aleyhi vesellem…

 

Allahu Teâlâ sıfatlarını her şeyde tecelli ettirir. Bir insan karıncanın rabıtasını da yapar; bir dağın, kâinatın rabıtasını da yapar. Tefekkür de diyebilirsiniz adına. Ama varlık silsilesinin en tepesinde duran, meleklerin dahi üstünde bir varlık var ki o insandır. İnsan Allah’ın bütün sıfatlarından nasibini almıştır. Yine bu insan, bulunduğu o makamdan öyle bir yere de düşebilir ki şeytanın sıfatlarından da nasibini alabilir; böyle bir zemindedir yani. Peygamber ahlakını da yeşertebilir, yansıtabilir; şeytanın ahlakını da yeşertebilir, yansıtabilir. Böyle bir toprak, böyle bir fıtrattır insan fıtratı.

“Asra yemin olsun bütün insanlar zarardadır.” İnanan, inanmayan… Ben inandım, demek yetmez. “Salih amel işleyenler hariç.” Peki, salih ameller nelerdir? İkisini söylüyor burada: “Hakkı tavsiye etmek, sabrı tavsiye etmek.” Hakkı tavsiye; yani emr-i bil maruf, irşad, tasavvuf.

Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, halifesi insandır; peygamberler ve onlardan sonra peygamber varisi evliyalar, Saadat-ı Kiram silsilesidir. Allah dini bu güvenli hat üzerinden devam ettirdi. Bu hattın dışında, sonradan çıkan iddialar, fikirler pek yaşayamamıştır. Muhalif fikirler sönüp gitmişlerdir tarih içerisinde. Ama Allah Resulü’nün (s.a.v) Hz. Ebubekir (r.a) üzerinden açtığı bu yol –Allah’ın izniyle- doğru kıyamete kadar gidiyor. 

Seyda Alameddin (k.s.)

  • tarihinde oluşturuldu.

Nurşin.com | 2021 | Tüm Hakları Saklıdır.