“AHİRET İŞİNİ YARINA BIRAKANLAR HELAK OLDULAR.”

Bismillahirrahmanirrahim Elhamdülillahi Rabbil âlemin vesselatuvesselamu ala seyyidina Muhammedin nebiyyil ümmi ve ala alihi ve sahbihi ve sellim.

Bir Müslümanın Allahu Teâlâ’ya karşı talepkâr olması gerekir. Talepkâr değilse, istekli davranmıyorsa müstağni davranıyor, demektir. Yani “Ya Rabbi, senin bana vermek istediğin şeye karşı benim isteğim yok, müstağniyim.” anlamına gelir ki bu, çok tehlikelidir. Mesela bir dilenci size gelip ciddi manada ve istekli bir şekilde istediği zaman verirsiniz, fakat müstağni davranırsa vermezsiniz. Sizler de inşallah bu manada kalbinizi yoklayın. Kalben istifade etme gayreti içinde bulunun. Çünkü en büyük ihtiyacınız kalbe ait olan şeylerdir. Kalbimizin; duygularımızın yeşermesine, canlanmasına ihtiyacı vardır. En büyük kayıp ise kalpten olan kayıptır. İnsanoğlunun duygularını kaybetmesi, iştiyakını kaybetmesi, ölmesi; insanın en büyük ölümü de budur. “İnnallâhe la yenzuru ila sûrikum ve emvalikum ve lakin yenzuru ila kulûbikum ve eğmâlikum” (Müslim, Birr 33; İbniMâce, Zühd 9) “Allah sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.” Allah (c.c); insanın suretine, cinsine, hangi milletten olduğuna, hangi asırda yaşadığına bakmıyor. Ahiret tarafında bakılan şey kalp ve ameldir. Kalpten maksat insanın ahvalinin, duygularının yeşermesidir. İnsan duygu sahibi olursa, iştiyakı olursa, şevki olursa, muhabbeti olursa her şey kolaylaşır.

Bir insanda muhabbet varsa o insanın ihlası da var, demektir. Resul-i Ekrem (s.a.v) ihlas üzerinde çok durmuştur. Hadiste ifade edilmiştir: Yapılan amel miskali zerre kadar da olsa ihlas ile yapılmışsa ihlasın olmadığı, duygunun olmadığı, muhabbetin olmadığı dağlar cesametince yapılmış amellerden çok daha makbul ve değerlidir. Miskali zerre demek, bir cüzün zerresi, en son parçalanmayan kısmı demektir. Yani insanın mizanı, terazisi tartılırken, iyilik ve kötülük ölçülürken insanda miskali zerre kadar ihlas bulunmuş ise, muhabbet bulunmuş ise o amel; içinde ihlas bulunmayan dağlar cesametince amelden çok daha ağır basıyor ve Allah (c.c) katına çok daha değerli oluyor. O zaman evvela insanın muhabbet kazanması gerekiyor. Çünkü insan bu muhabbeti kazandığı zaman kalbinde ihlas da bulunuyor. Canlılar için su ne ifade ediyor ise; imanınız için de muhabbet onu ifade ediyor. Susuz bir hayat yavaş yavaş ölüme doğru gider. Önce canlılığını kaybeder, sararır ve sonra ölür. İnsanın imanı da muhabbet olmadığında yavaş yavaş sararır ve ölür. Toprağın bağrındaki bir tohum yeşermek için nasıl suya muhtaçsa insanın kalbi de, imanı da yeşermek için muhabbete muhtaçtır.

Şeyh Fethullah Verkanisî (k.s) çok büyük bir âlimdir. İlmi, şöhreti kendi bulunduğu beldeleri aşmıştır. Yaşadığı diyarların dışında da onun ismini bilmeyen yoktur. İlme çok hizmet etmiş ve ilim ile şöhret olmuş, ilimde zirve olmuş bir zattır. Bu zat, Sıbgatullah-i Arvasî’nin (k.s) Bitlis’e geldiğini duyuyor ve onu ziyaret etmek istiyor. Lakin bazı engellere binaen ziyaret edemiyor. Yakın akrabaları ve annesi Seyyid Sıbgatullah-i Arvasî’yi (k.s) ziyaret ediyorlar. Şeyh Fethullah Verkanisî (k.s) annesine soruyor: “Sen Gavs-ı Hizân’ın (k.s.) ziyaretine gittin, ziyaretten sonra sende bir değişiklik oldu mu? Bu değişiklik bizim bildiğimiz bilgi olarak değil, hâlinde, ruhunda, duygularında, imanında bir şey hissettin mi? Bu zat nasıl biri?” Annesi: “Oğlum âlim olan sensin, ben cahilim. Lakin ben onu çok uzaktan bir defa gördüm. Sesini de çok işitemedim. Sadece bir nazar aldım. Döndükten sonra bende şu şeyler değişti: Biliyorsun ki oğlum, daha önce ehli ibadet, zikir ehli bir insandım. Lakin bu zikrimi yaparken tat almıyordum, lezzet almıyordum, şevkim yoktu. Tam tersi dünyalık olan şeylere iştahım fazlaydı. Zikir yapardım, ibadetimi yapardım ama iştahım yoktu. Yani yenilen yemeğin damak tadı kaybolması gibi, hasta olan bir vücut gibi zorla yemeğe çalışıyordum ama sıkılıyordum. Tam olarak bu hâl içerisindeydim. Ta ki Gavs-ı Hizan’ı (k.s) görene kadar. Onu gördükten sonra ruhumda, kalbimde yeşerme başladı. Artık hizmetimde, ibadetimde, taatimde müthiş bir iştahım var. İştiyakım, şevkim arttı. Kalbimin, ruhumun beslendiğini ve bir daha yeşerdiğini, sağlığına kavuştuğunu hissediyorum. Dünyevi işlere karşı olan ihtiras bütünüyle benden kayboldu. Tam tersi olarak ahiret iştiyakı, ahiret iştahı bende fazlalaştı.” Bunun üzerine Fethullah Verkanisî (k.s): “Vallahi insanın ruhuna, kalbine hayat verebilen; onu yeşertebilen bir zat gavstır.” diyor. Gavs-ı Hizan’ın (k.s) etrafında bulunan köylüler ondan o kadar istifade etmişlerdi ki Bitlis’e geldiklerinde Gavs-ı Hizan’ın (k.s) boyası, hâli onlar üzerinde görülürdü. Fethullah Verkanisî de (k.s) annesinin bu hâli üzerinden ona büyük bir muhabbet beslemeye başlıyor. Yani annesi onun için adeta bir muallim vazifesi alıyor. Oğlu bu kadar âlimken, annesinin sahip olduğu hâl oğluna tesir ediyor. Gavs-ı Hizan (k.s), kısa zaman sonra vefat ediyor. Şeyh Fethullah Verkanisî (k.s), Seyda-i Tağî’ye (k.s) intisap ediyor.

Bilgi, insanın dünyasına yarayabilir fakat hâl ve manaya dönüşmediği müddetçe ahiret adına bir anlam ifade etmiyor. Hatta Kur’an-ı Kerim, bilgisinin amele dönüşmediği insanlar için “merkep” benzetmesi yapıyor. Onlar için üzerinde yığın yığın kitap olan merkep, diyor. Demek ki ilmin, bilginin amele dönüşmesi lazımdır. Demek ki insan için lazım olan hâldir, kalptir, ruhtur. İşte insan, bu hâli alabilirse miskali zerre kadar yaptığı amel; içinde ihlas, muhabbet olduğu için çok daha makbul oluyor. İnsanın kalbinde muhabbet olursa karın altında da olsa, başına musibetler de gelse, hapse de atılsa, zindanlarda da olsa buralar onun için cennettir. Lakin muhabbet yoksa cennet bahçesi görüntüsünde bile olsa bu insanın kalbi dardır, huzursuzdur, mutsuzdur. İnsan tasavvufa girerken gayesi bu muhabbeti kazanmaktır.

Muhabbet canlı bir duygu olduğu için kalpten kalbe intikal edebiliyor. Ve insan; bunu ancak kalp ehli olan, muhabbet ehli olan mürşitlerin, Sâdât-ı Kirâm’ın huzurunda olan kalplerden istifade etmek suretiyle kazanabiliyor. Ondan dolayıdır ki Resulullah (s.a.v), Allah benim kalbime neyi ilhak ettiyse ben de onu Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) kalbine ilka ettim, buyurmuş. Kalbe ilka edilen şey, canlı duygular demektir. Böylece Hz. Ebu Bekir Sıddık’ın (r.a) kalbi, Hz. Peygamber’in (s.a.v) kalbine dönüştü. Bilgi; dilden, kulağa oradan da hafızaya aktarılıyor; bu şekilde aktarılan kişinin bilgisine sahip olunabiliyor. Aktarılan bilgiyi alıp onun sırrına siz de vâskıf olursunuz. Beyinleriniz aynı olur. Kalp de hakeza öyledir. Nasıl ki beyinden beyine aktarım varsa kalpten kalbe de vardır.

O transferin gerçekleşebilmesi için insan, tasavvufa girip hakiki, samimi bir tövbe eder. Tasavvufun adabı ne ise onu yerine getirir. Kalp müsait hâle gelir, açılır. Üstad (k.s) onun kalbini aşılar. Kalbin müsait hâle gelmesi lazımdır. Onun için insan, bu sohbeti dinlerken edep ile dinlemesi lazım. İcap eder gözlerini yumması ve içten içe, Allah’tan gerçek anlamda istemesi gerekiyor. Hâşâ ve kella yarım istekle yaklaşmamak lazım. O zaman insan Allah’a karşı müstağni davranmış olur. Bu da Allah’a karşı bir saygısızlıktır. Biz muhtacız. Nasıl ki dünyevi anlamda sınırsız ihtiyaçlarımız var. Hepsini Allah karşılıyor. Ahiret isteğimiz de had safhadadır. Nasıl ki rızkımıza muhtacız, yarın ahirette de hakeza öyle. Rızık dünyada telafi edilebiliyor. Bakın insan, dünyadaki rızkını dünyada kazanıyor. Ama ahiret öyle değil. İnsan ahirete gittiğinde yeni bir hayat var. Ama yeni bir başlangıç için çaba, gayret gösterebilme orada yoktur. Yeni hayat için birikim ve kazanım burada elde ediliyor. Dünya hayatında bazı riskler olduğunda insanı keyfine göre risk alabilir. Mesela ticareti insan riske atabilir. Ticari anlamda kaybeder ama kaybedersem bir daha kazanırım, yeni baştan başlayabilirim, diye düşünebilir. Ama insan ahirete gittikten sonra bir dönüş, yeniden fırsat insana verilmiyor. O yüzden tasavvuf insana verilmişse ondaki nimetler, eşi ve benzeri görülmeyen nimetlerdir. Kazanma çabası içinde olalım. Bu noktada büyüklerin hayatlarına baktığınız zaman bir mürşidi bulabilmek için Allah’ı bulmak adına zahmet, cefa çekmişlerdir. O mürşidi bulduktan sonra teslimiyet göstermişlerdir. Allahu Teâlâ’nın (c.c) nasip etmedikleri müstesna. Bazılarına Allah nasip etmiyor. Peygamberi gördükleri hâlde Allahu Teâlâ’dan nasibi olmamış insanlar var. O insanlar, birtakım saygısızlık ve edepsizliklerine binaen kovulmuş. Allah bizi bunlardan da korusun. Edebimize, dilimize ve hâlimize de dikkat edelim ki Allahu Teâlâ bizi uzaklaştırmasın. İnşallah istifade etmeye bakın. Amel-i salih, bol bol yapın.

Amel-i salihin manası şudur: Bir insan evinden dışarı çıkıp dünya adına bir akçenin arkasında nasıl ki mesaisini harcıyor, bir kuruma gidip mesaisinin bir kısmını oraya satıyor ve o mesai zarfı içinde kurumun isteği ne ise ona göre hayatını sürdürüyor. 8-10 saat çalışıyor. Bazen ücret fazla verildiğinde kişi uykusundan feragat ediyor. Ücreti daha fazla verildiğinde yüzü gülüyor. O kazanım olmadığı zaman yüzü asılıyor, üzüntüye düşüyor. Nasıl ki hayatı ortalama altmış yıl olan insan, bu sürenin yarısından fazlasını para verilen yer neresi ise oraya göre şekillendiriyorsa ahireti için de insan, Allahu Teâlâ’nın arzu ve isteklerine göre bir yaşam şekillendirmek zorundadır.

Dünya ehli; mesaisini belli bir fiyat karşılığında satıyor, onların arzu isteklerine göre bir hayat sürdürüyor. Ona ayakta duracaksın diyorlarsa, ayakta duruyor; otur diyorlarsa oturuyor, sadece şu vakitlerde kalkabilirsin diyorlarsa şu vakitlerde kalkıp gidiyor. Karşılığında verilen ücret budur, diyorlar; baş göz üstüne diyor. Ve o insan, bu şekilde mutlu oluyor. Allahu Teâlâ (c.c) ise: “Ey kulum, kendini bana satarsan benim vereceğim fiyat bambaşka bir şeydir. Şu ehli dünyanın sana verdiği on lira, yüz lira değil, benim vereceğim şudur: ”İnnallâheşterâ minel mu’mînune enfusehum ve emvâlehum bi enne lehumul cenneh” (Tevbe, 111) Ey kulum kendini bana satarsan “innallâhe” muhakkak ki Allah, “eştera” satın almış. Neyi satın almak istemiş, “minel mu’mînune” insandan “enfusehum” onun nefsini ondan satın almak istemiş. Nefsini yani günlük mesaini, hâlini, ahvalini benim arzu isteklerime göre sürdür, diyor. Bir de malını benim arzu isteklerime göre harca. Benim sana vereceğim fiyatta şudur: “bi enne lehumul cenneh” sonsuz olan bir hayat. Allah’ın (c.c) sözüne insan itimat ederse bu bir imandır. Fakat insan, söze itimat etmezse yani yarın bir şeyleri gördükten sonra nefsini satmak isterse imanı tam olmuyor. “ellezineyu’minune bil gayb” (Bakara, 3): Onlar ki perdenin arkasında görmedikleri şeye iman ediyorlar.  Biz de bu manada kendimizi Allah’a satacağız.


            Bugün Dünya Sağlık Örgütü, filan şeyde bir mikrop var, şöyle bir zararı var dediğinde herkes bu tavsiyeye uyuyor. Çünkü hayati bir risk var, bu dünyada yaşayacağımız yıllarda ufak bir tahribat yapma ihtimali var. Hayati risk % 5-10 kadar olmasına rağmen tedbirimiz çok daha fazla. Mikrobu gözlerimizle görmediğimiz hâlde hepimiz iman ediyoruz, inanıyoruz. Manevi sağlık örgütünün başında olan yüz yirmi dört bin peygamber, milyonlarca evliya, Hâlık’ımız, yaratıcımız, Rabbül Âlemin de bize bildiriyor: Dünyaya gönderildiğiniz zaman bedenlerinizin içinde sınanmanız adına bu virüsten çok daha büyük bir virüs var ki ahiretinizi riske atacak. Bunu temizlemeden bundan arınmadan cennet gibi bir imkândan yoksun olacaksınız. Ahiretinizi kaybedeceksiniz. “Kadeflaha men zekkaha.” (Şems, 9): O nefsi tezkiye edenler, nefsini terbiye edenler felaha erişecektir, diyor. “ve kadhabe men dessaha” (Şems, 10): Muhakkak ki nefsini bu manada tezkiye etmeyenler ise zarara uğramıştır,  kaybetmiştir. Nefis nerede tezkiye edilir?  Mesela kitaplardan her şeyi okuyup öğrensek kendi kendine bu manevi mikrop tedavi olur mu? Çok bilsek antikor oluşturur muyuz? Bağışıklık sistemimiz bilgi ile oluşuyor mu? Olmuyor; insan ancak bir doktorun tavsiyelerine riayet etmek suretiyle, onun gözetiminde bu manevi virüse karşı antikor oluşturabiliyor. Bundan dolayı bütün ulema tabakası, abid, zahid, ne kadar büyük zat varsa hepsi tasavvufa iltica etmiştir. Hepsi bir mürşidin terbiyesine girmişlerdir.

Mevlana Halid el-Bağdadî (k.s) o kadar büyük bir âlim ki namını bilmeyen yoktu. Bununla beraber bakıyor ki insan kendi kendine yetemiyor. İlim olsa da, ibadet olsa da insan tek başına yapamıyor. Bundan dolayı gidip Seyyid Abdullah eh-Dehlevi’ye (k.s) intisap ediyor. İntisap ettikten sonra farklı bir hâl yaşıyor. Allahu Teâlâ (c.c) sizlere muafiyet versin. İnşallah hizmet edin, amel-i salih adına manevi akçeler biriktirin; bir birikiminiz, bir kazanımınız olsun.

 

Amel-i sâlihlerin içinde farzlardan sonra en önemli olan “emr-i bil maruf, nehyi anilmünker”dir. “Velasr. İnnel’insâne lefi husr.”(Asr, 1-2): Asra yemin olsun ki insan denilen tür “lefi husr” zararın içerisindedir. “illellezîne âmenu”: İnançlı olanlar, iman edenler müstesna “ve amilûssâlihât” (Asr, 3): İman tek başına olmaz, imanı amel-i sâlih ile pekiştirenler. Amel-i sâlih; şümuli bir kavram, kapsama alanı çok geniş. “ve tavâsav bilhakk” (Asr, 3): Hususen Hak ve hakikati insanlara tavsiye eden ve birbirlerine tavsiye edenler müstesna. Kur’an-ı Kerim bu kişilerin zararda olmayacaklarını söylüyor. “ ve tavâsav bissabr” (Asr, 3): Birbirlerine sabrı tavsiye edenler. Kardeşim cennetin yolundayız, az kaldı, dişini biraz daha sık, önündeki bu engelleri aşmaya bak, dünyanın cazibesi ve güzelliklerine karşı, Allahu Teâlâ’nın imtihanlarına karşı, nefsin taarruzatına karşı, şeytanın taarruzatına karşı ve ibadet üzerine sebat etmekte, hizmet üzerine sebat etmekte biraz daha dişini sık. Allah’ın rızasına ulaşmaya az kaldı, varacağız. Onlar, bu manada birbirlerine sabır tavsiye ederler. Allah’ın (c.c) verdiği sabır denilen bir kuvvet var, onu harekete geçir. Allah’ın rızasına ulaşmakta önüne çıkan engelleri aş. İbadet üzere sabit ol, hizmet üzere sabit ol, gelen musibetler karşısında sabır göster, musibet karşısında sabret, dünyanın cazibesi karşısında sabır göster, nefsin evham ve vesveselerine karşı sabır göster, kapıyı kapat ve şeytanın taarruzatına karşı sabır göster. Önüne çıkan engelleri adım adım aşan bu insan, zarara uğrayan insanların içinden müstesnadır. Muhakkak vazifeniz olan “emri bil maruf, nehy-i anil münkeri” (İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak) yapın. İnsanları sohbete, hatmeye, tövbeye davet edin. Ölü olan kalplerin hayat bulması adına, canlanması adına davete ehemmiyet edin. Bunu yaparsanız inşallah vazifemizi ifa ediyoruz.

“Kuntum hayra ummeti uhricetlinnâsi” (A’li İmran, 110): Bugüne kadar her peygamberin ümmeti oldu. Ama ümmetlerin arasında en seçkin olan Hz. Muhammed’in (s.a.v) ümmetidir, yani sizlersiniz, diyor. “Kuntum hayra uhricet linnâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne ani-l munkeri” (A’li İmran-110) Ümmet-i Muhammedin sıfatı, karakteri nedir? Bunlar “emri bil maruf” terkibi içinde hareket eder. “Emri bil maruf” onların vazgeçilmez sıfatıdır. “Vetenhevne anil-munker”: ve siz Allah’ın nahoş gördüğü şeyleri insanlara nehyettirirsiniz. Allah’ın emirlerini bu noktada insanlara tebliğ edersiniz. Gidersiniz bu insanlara hoş bir üslupla: Tövbe et, Allah (c.c) kalbini ihya eder, bir daha canlılık verir, ruh bir daha hayata gelir. Hislerin bir daha yerine gelir, damak tadın yerine gelir. Bu manada bir hastalık vardır. Cenâb-ı Allah ve manevi sağlık örgütünün başındaki yüz yirmi dört bin peygamber bu virüsten bahsetti. Bu virüs görünmüyor fakat zarar veriyor. Ahiret adına insanın bir damak tadı yoksa, iştiyakı yoksa, hissi yoksa, bu şunun alametidir; o insanda bir zehirlenme var, ona bir virüs bulaşmıştır. Allahu Teâlâ (c.c) kalbi kendini bilmesi için, ahirete karşı iştahın, iştiyakın olabilmesi için yarattı. Fakat kalp, bunları hissetmiyor bugün. Öyle ki kalp var mı, yok mu bilmiyor kendini. Düşünün; insanın kalbine mikrop girdi ve insanda olan damak tadını götürdü, kokuyu götürdü. Aradan yıllar geçti. Ama biz hiç hissetmedik. Hâlbuki insanın ahirete karşı iştiyakı, şevki; ibadet lezzeti, heyecanı yok ise bu, virüsün manen bulaştığı anlamına geliyor.

İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren her tarafta manevi virüsler vardır. İnsan bir hatanın içinde ise; bir kaybı yaşıyorsa bilin ki bu insanın kalbine dünya sevgisi girmiştir. Dünya sevgisi yasaktır, haramdır. Mesela biz haram işliyoruz bundan dolayı tövbe ediyoruz. Ama hangi insanın aklına dünyayı sevmekten dolayı Allah’a tövbe etmek geliyor? Hâlbuki en büyük tövbenin bundan dolayı yapılması lazımdır. “Ya Rabbi, ben senin dergâhına dünya sevgisini yerleştirdim.”diye üzülmek, ağlamak gerekir. Dünyadan maksat, insana Allah’ı unutturan şeyler demektir. Dünyanın şeytani bir tarafı var. Dünyanın bir tarafı zehir, bir tarafı da panzehirdir. Ahiret için olan bütün kazanımlar dünyada elde edilir, o yüzden dünyanın ahirete bakan yönü vardır; bu panzehirdir. Dünyayı bunun için kullanabilmek lazımdır.

Büyükler öyle ifade ediyor: Dünyanın lezzetleri zehirli bala benzer. Tadına vardığınız zaman büyük bir tat, güzellik var ama zehirlidir. O zehir ölçüsünce yani aldığınız lezzet ölçüsünce muhakkak ki onun bir elemi, bir cefası, bir eziyeti vardır. Elemsiz lezzet, ahirete ait olan lezzetlerdir. İçinde keder olmayan, sıkıntı olmayan lezzetin tadı ahiret sofrasında vardır. İnsan; ibadet sofrasına oturduğunda, hizmet sofrasına oturduğunda böyle bir haz vardır.  Ama insanın duyuları tahrip olmuşsa o lezzeti almıyor, hissetmiyor. Bunun için ıslah etmek, tamir etmek, tedavi etmek lazımdır.

Dünyadayken insana miskali zerre kadar kibir bulaşmış ise ve insan, bu dünyada iken bu kibirden arınmamış, tövbe istiğfar etmemiş ise dünyadan ahirete geldiğinde bu insanı ne bekliyor? Yarın yaşayacağımız ciddi bir şey bu. Kabirde ne oluyor, kabirden sonra mahşerde ne oluyor? Resulullah (s.a.v) bir virüs bulaşmış ama bu virüsten kurtulmamış insanların hâlini anlatıyor: İnsan, bu virüslerden biri ile mesela kibirle kabre girdiği zaman Allahu Teâlâ onu kabrinde sıkıyor. Onun ruhuna işlenmiş, sirayet etmiş olan o noktanın çıkması adına ciddi bir eziyet çekiyor.  Emin olun kabir ehlindeki o insanların hâllerini görseydik, perdeleri bugün açılsaydı yeryüzündeki insanlarda dünyaya karşı tat, lezzet kalmazdı. İnsanlar, yemeden içmeden kesilirdi. Oradaki sıkıntıyı görmek insandaki bütün damak tadını götürürdü, herkes iştahtan düşerdi, lezzetleri kaybederdi. Hele hele insan; o Mahkeme-i Kübrayı, o cehennemi dünyada iken görse; Allah gökyüzünden o perdeyi açsaydı yeryüzünde Allah’a iman etmeyen kalmazdı. Yeryüzünde herkes başını secdeye bırakır, son nefese kadar Allah’a ibadet ederdi. Yeme ve içmenin dahi derdine girmezdi. Veyahut kabirdeki insanlara bahşedilen nimetleri görselerdi, perdeler açılsaydı herkes dünyayı bırakır; kavgayı, küsmeyi, benliğini bırakır; kabirdeki o güzel dünyayı kazanabilmek adına, varlıklarıyla yokluklarıyla ona odaklanırdı. Onu elde etmeye çalışırdı. Onların gözünde dünyadaki saltanat, mal, mülk bütün ihtişamını kaybederdi. Lakin Allahu Teâlâ bir sınav için bir sınanma için perdelemiştir, biz görmüyoruz.

İnsan tezkiye olmamışsa, terbiye olmamışsa, tövbe istiğfar etmemişse ruhuna işlenmiş olan kir mikroptan kabirde arınması için eziyet çekecek. Kabirde de arınma olmadıysa Allah muhafaza adeta bir çamaşır makinesinin içine atılan beyaz bir elbiseye değmiş olan bazı lekelerin arınması gibi insan ruhu da cehennemin içine atılıyor ta ki ondan o lekeler çıkana kadar. Eğer o mikrop, o insanın imanına, inancına zarar vermemişse onda iman kalmışsa cehennemden sonra cennete gidebilecek.  Ama imanına zarar gelmişse Allah muhafaza artık cehennemliklerden olacak. Onun için çok ciddiye almak lazım. Çok ehemmiyet edelim, dikkat edelim. Yüz yirmi dört bin peygamberin, Kur’an-ı Kerim’in, Cenâb-ı Allah’ın bahsettiği şey bir masal, bir hikâye değil. Yarına bırakmamak lazımdır. Resulullah (s.a.v): “Ahiret işini yarına bırakanlar helak oldular.” buyuruyor. Şu işim olsun, bu işim olsun, kendimi hazır hissettiğimde yapayım; diye erteleyen bu insanlar muvaffak olamıyor. Bugünden insan tövbe etsin, istiğfar etsin, hizmetin arkasından gitsin, irşadın arkasından gitsin.

Ve sallallahu ala seyyidina nebiyyil ümmi ve ala alihi ve sahbihi vesellem…

 

Seyda Alameddin (k.s.)

  • tarihinde oluşturuldu.

Nurşin.com | 2021 | Tüm Hakları Saklıdır.